BERLİN'DEN TÜRKİYE'YE MESAJ VAR

Röportajlar 23.12.2020 - 06:43, Güncelleme: 01.12.2021 - 20:21 1923+ kez okundu.
 

BERLİN'DEN TÜRKİYE'YE MESAJ VAR

1970’lerin başında Türkiye’den Almanya Berlin’e okumaya gelen bir grup genç, 1980 yılında bir araya gelerek grup Kobra’yı kurdu. Başlangıçta çeşitli Türk organizasyonlarında geleneksel tarzda çalan grup, daha sonra kendi tarzı ‘Orient-rock’ı buldu ve çoğunlukla Türkçe sözlere sahip şarkılarına davul, elektrogitar, bas, klavye ve saz eşlik etti. İşte karşınızda Nedim Ünal’ın anlatımıyla Kobra’nın hikâyesi...
1970’lerin başında Türkiye’den Almanya Berlin’e okumaya gelen bir grup genç, 1980 yılında bir araya gelerek grup Kobra’yı kurdu. Başlangıçta çeşitli Türk organizasyonlarında geleneksel tarzda çalan grup, daha sonra kendi tarzı ‘Orient-rock’ı geliştirdi ve çoğunlukla Türkçe sözlere sahip şarkılarına davul, elektrogitar, bas, klavye ve saz eşlik etti.   Batı Enstrümanları ile ayağı Türkiye’ye uzanan bir müzik   Özgün müzik tarzlarıyla o dönemde özellikle Almanya’da ciddi bir çıkış yakalayan grup, birçok Alman müzisyenin de dikkatini çekti. Alman televizyonlarında, kültür festivallerinde, açık hava konserlerinde çaldılar. Aynı zamanda Almanların tanınmış müzik gruplarından Karat, Puhdys, Peter Maffay ile ön grup olarak birlikte sahne aldılar. Türkiye’de ise İstanbul ve Ankara’da konser veren grubun konserlerini dinlemeye gelenler arasında Mazhar-Fuat-Özkan ve Seyyal Taner de vardı.   Grup üyeleri vokal/gitarda Nedim Ünal, basgitarda Fevzi Bineytioğlu, klavyede Adnan Bayrakçı ve davulda Hayrettin Öneşol, bir diğer adıyla ‘Ben Sizin Babanızım’ şarkısı ile tanıdığımız Barbaros Hayrettin’den oluşuyor.   Kobra, Avrupa’daki Türk müzisyenler için bir ilham kaynağı niteliğinde; o dönem Almanya’daki Türkler tarafından uluslararası popüler müziğe ilk itici güç olarak kabul ediliyor. Sebebi ise Kobra’nın müziğinin genç Türkler ve Almanlardan oluşan yeni bir nesli hedefliyor olması. Peki bu süreçte neler yaşadılar? 1980’ler Almanya’sında müzik piyasası nasıldı? Özgün müzik stillerini nasıl yakaladılar?   İşte karşınızda Nedim Ünal’ın anlatımıyla Kobra’nın hikâyesi...   Grup Kobra nasıl bir araya geldi?   Ben bir yerde çalıyordum, orada diğer arkadaşlarla tanıştım. Bizim bir çalışma yerimiz vardı, Keller diyorlar adına – ‘çalışma Keller’i (bodrum katı). Orası çalışmak için çok güzel bir yerdi, orada çalışmaya başladık. Daha sonra bir gün, ara vermek için dışarıya çıktığımız bir zaman kendi aramızda ‘Lolo’ diye çağırdığımız bir arkadaş -ki şuanda kendisi epey başarılı konserler düzenliyor -  koşarak yanımıza geldiğinde bir yaz günüydü. ‘Nedim Abi! Nedim Abi! Bir yarışma varmış,” dedi. Burada Almanya Kültür Senatörlüğü, bestelerin bize ait olması ve sözlerinin Almanca olması şartıyla bir rock müzik yarışması düzenledi (1981). Yarışmaya katıldık. Bu arada kendimize bir isim bulalım dedik. Herkes bir şey söyledi, demokratik olması açısından hangi ismi istiyorsak onu kâğıda yazıp torbaya attık. Ben Kobra demiştim, onu seçmişler arkadaşlar. Sebebini  de ‘oryantal’ aleminin simgesi şeklinde düşünmüştüm. Herkes fikrini açıkladı. Bu şekilde de Kobra çalışmalarına başlamış oldu. Yarışmaya girmeden önce de, Ulli Weigel isimli birisi ile Vertrag (sözleşme) yaptık, ondan sonra yarışmaya girdik. Yarışmadaki performansımız Kültür Senatörünün çok ilgisini çekti, çağırdılar bizi, yanlarına gittik.  Buraya kadar her şey tamam... Sonra bir soru sordular ve dediler ki profesyonel olmamanız gerekiyor. O an birbirimize baktık, dedik biz profesyonel miyiz?.. (gülüyor). Ondan sonra Ulli Weigel ile bir Vertrag yaptık dedik. “Vertrag?.. “Gerçekten imzaladınız mı?” diye sordular. “İmzaladık,” dedik. “O zaman siz şu andan itibaren amatör değilsiniz. Çok üzülerek söylüyoruz, siz profesyonelsiniz, Vertrag imzalamışsınız” dediler. Şansa bak!  Şimdi ne yapacağız?   Sonra ne oldu?   Ondan sonra zannedersem biz birinciydik, ikinci sırada da Berlinli bir grup vardı. Onlar ikinci sıradan yükselerek birinci oldular bu vesileyle. Ve aklımda kaldığı kadarıyla ödül 75.000 Alman Markı idi; hem plak, hem de klip anlaşması bu paranın içine dahildi. Kazanan grubun ismi UKW’ydi, “Sommersprossen” isimli bir parça yaptılar ve o zaman parça çok tutuldu. Yarışmada sözlerin Almanca olması şarttı çünkü amaç Almanca sözlü müzikleri Avrupa’ya lanse etmekti. Seçildiğimiz takdirde albümde Kültür Senatörlüğü’nün de önerileri olacaktı. Biz de Almanca bestemizi yaptık, bir çalışma ortaya koyduk. O zamanlar civciv misali, bilinçli değiliz. Mesela kime hitap ediyoruz? Gençliğe hitap ediyoruz fakat hangi gençliğe hitap ediyoruz? Hangi sözün ne şekilde olması gerekiyor?  Sosyal politik mi, sevgi üzerine mi? Buna benzer önemli konular vardı. Biz sosyal politik ağırlıklı ilerleyelim diye düşündük. Bunun yanı sıra tabii ki tecrübesizlik de vardı. Neyse, UKW o zaman birinci oldu ve epey albüm sattılar.   Şarkılarınızın çoğu Türkçe, dönem olarak 1980’lerin başı Türkiye için epey karışık zamanlar. Sosyal politik mesajları müziğe nasıl aktardınız?   Aslında dünyada da o zamanlar hangi konular önemliyse, onlardan bahsettik. Onun dışında o dönem Cem Karaca, Barış Manço gibi isimler vardı... Tabii Cem daha çok sosyal politik sözler yazıyordu. Barış Manço biraz daha değişik, o politiğe girmedi hiç. O zamanlar Cem Karaca’yı idol olarak alıyordum. Yapmış olduğu stil, orient-rock falan.. Biraz daha ‘rockumsu’ yapıyordu. Yani orient-rock stilinde, sosyal politik müzik yaptık.   Orient-rock nasıl bir tür? Sizin döneminizde nasıl gelişti?   Aslında daha önceden de vardı orient-rock. Mesela Amerika’da Frank Zappa vardı. Buna benzer epey grup vardı orient-rock yapan. Mesela Deep Purple..onların da orient-rock türünde parçaları vardı. Orient-rock müziği şöyle ifade edeyim, ‘Westlische Instrumente oder Rhytmus, Orientalische Harmonie bearbeiten’ yani ‘Oriental melodileri West ritmine oturtmak’. Tabii bu değişik ritimlerde olabilir; ritim iki dörtlük olabilir, dört dörtlük olabilir, dokuz sekizlik olabilir; fakat mühim olan bütün bu parçalara oryantal melodi eklemek. ‘Oryantal’ demek yani hicaz makamı şeklinde yarım tonlar. Caz müzisyenleri için olağanüstü derecede enteresan bir stil orient-rock. Konserlerimizi dinlemeye bilhassa Almanlar, hatta çoğunlukla müzisyen Almanlar geliyordu. Aralarında çok iyi müzisyenler vardı, müziğimizi analiz ediyorlardı. Hatta bizimle jam session yapmak isteyen çok müzisyen oldu, bazılarıyla sahnede birlikte çaldık. Özellikle ‘Orient’ melodiyi çok seviyorlar. Zaten konservatuar mezunlarıydı hepsi. Bir iki sefer jam session yaptık onlarla. ‘Emprovizasyon’ (doğaçlama) diyoruz biz. Mesela çalıyoruz, bir yerde ona diyoruz ki ‘burada sen kalabilirsin’.  “Emprovizasyon”. Yani orada senin ruhundan ne geçiyorsa o an onu müziğe aktarıyorsun. Zaten tonları herifler yutmuş yani, hepsini çok iyi biliyorlar. Bir de burada Orient-Rock Festivali vardı. İngiltere’den, Fransa’dan, çeşitli devletlerden gruplar katılırdı. Biz de Almanya’yı temsilen orada çok güzel konserler verdik.   Harikaymış..   Çok enteresandı gerçekten.. Bir de, birkaç yıl önce vefat etti, Nuri Karademirli vardı.. O da saz çaldı ve çok güzel, orijinal bir müzik oldu. Tam böyle ‘Orientalische Instrumente zur Harmonie und Melodie’ oldu gerçekten.   Cem Karaca’ya geri dönersek.. Cem Karaca Türk vatandaşlığından çıkarıldıktan sonra 1984’te “Die Kanaken” isimli Almanca bir albüm çıkardı ve albümde Almanya’ya çalışmaya gelen işçilerin sorunlarını ele aldı. Albümdeki Orient Express adlı şarkıda da, bu işçilerin Doğu Ekspresi ile yurtlarına geri gönderilmesini hikâyeleştiriyor. Grup Kobra olarak sizin de 1983’te çıkardığınız, aynı isimde bir albümünüz var. Siz bu isme nasıl karar verdiniz?   Biz o kadar ağır derecede sosyal politik değil ama daha ziyade güncel politik şarkılar yaptık. Henüz bu albüm çıkmamıştı, biz stüdyodayken Ulli Weigel bizi aradı. Albümün ismi ne olsun diye konuştuk. Herkes bir şeyler söyledi. Sonra Ulli Weigel, “Çocuklar, sizin Avrupa’dan Türkiye’ye bir mesajınız var. Bu illa bir tren olmayabilir, bir iletişim aracı olabilir. Orient-Express, Berlin’den Türkiye’ye veya dünyanın diğer taraflarına -beyinlerden beyinlere- müzik yoluyla iletişim kurmayı sağlayan bir müzik şekli olabilir.” Biz de bunu kabul ettik, isme o şekilde karar verdik. O dönemlerde 80’lerde LP (Long Play) yapmak çok zordu.   Neden bu kadar zordu?   Şöyle söyleyeyim, bizim yavaş yavaş tanınmaya başladığımız zamanlarda, Berlin’de çalıştığımız yerlerde – Übungsraum (Çalışma odası) diyorlar oralara – en az dört bin, beş bin grup çalışma yapıyordu bir günde. Onların aralarından sıyrılıp bir plak firmasının ilgisini çekmek olağanüstü zor bir olaydı. Hatta benim başıma gelen bir olayı anlatayım. Berlin yaş gününü kutluyordu, 750. senesiydi. Biz de şarkı yaptık Berlin üzerine. Sonra ben bir arkadaşı aldığım gibi birlikte burada tanınmış bir radyoya gittik, “Biz Berlin üzerine bir parça yaptık,” dedik. Ben de “Grup Kobra’nın gitaristi ve solistiyim. Parça hakkında ne düşünüyorsunuz? ”diye sordum. Oradaki çocuk ilk önce şöyle bir baktı ve “Benim ona karar vermeye iznim yok,” dedi. Ben de onun üzerine “Peki kim karar verecek?” dedim.   “Müdürümüz karar verir ona,” dedi. “Ben parçayı getirdim, size iletsem müdürünüze iletir misiniz?” dedim. “Olur,” dedi. Ben de, “Siz nasıl seçiyorsunuz bu parçaları? ”dedim. Dedi ki, “Amerika’dan geliyor parçalar. Bu işe bakan, yani plak ve şarkı seçimine bakan müdürümüz – ki o apayrı bir bölüm- hangi parça çalınacaksa ona karar veriyor, ben de burada çalıyorum.” Ben de, “Anladım. Peki nasıl oluyor bu iş?” diye sordum. O da, “Radyoya telefon ediyorlar, müdürlerle konuşuyorlar. Çoğu zaman tanınmış kişiler telefon ediyor.” “Tanınmış kişi derken neyi kastediyorsunuz?” dedim. “Tanınmış kişiler..” diyor. Yani, “Bu işte, müzik alanında tanınmış kişiler. Menajerler, müzik yapımcıları.. Onlar müdürlerle konuşuyor. ‘Sana bir parça gönderiyorum, sen gerekeni yaparsın,’ diyorlar,”. Anlıyor musun? Aynen böyle.. “Gerekeni yap..” Olay bitti. Bir de tabii ki bu adamlar gibi bizim canlı konserlerimizi dinlemeye gelen çok olurdu. Biz bir sürü yerde çaldık. Çok güzel zamanlar geçirdik. Yani dünyanın üçüncü büyük plak firmasında plak yapmak.. Virgin’de plak çıkarmak manyak bir olay. Virgin’de LP yaptık, Berlin’de Propeller Records’da maxi-single yaptık, bir de Orient Express’in single’ını yaptık. Bir tane tek 45’lik. Ama şanssızlık bu ya..   Nasıl bir şanssızlık oldu?   Ankara ve İstanbul’da konser vermek için Türkiye’ye geldik. Televizyonda yayınlanmak üzere denetimden sadece bir tane parçamız geçti.    Neden peki?   Politik..   Şarkı sözlerinden ötürü mü?   Aynen öyle. Ben plağımızı burada konsolosluğa getirmiştim. Konsolosluğa girmeden önce, başkonsolosun kapısının önünde iki tane koruma vardı. İkisinin de elinde otomatik tüfek vardı. Girdim içeri, Grup Kobra’yı anlattım, “Size plağımızı hediye etmeye geldik,” dedim. Sonra “Buyurun oturun,” dedi. Oturdum. “Ben şuan sınıra telefon etsem sizi Türkiye’ye girdiğiniz an hapse atarlar,” dedi. (Gülüyor) Ben de, “Peki bunu neye borçluyuz?” dedim. “Siz televizyona çıkıyorsunuz,” dedi. O zaman bizim çok fazla konserimiz yayınlanırdı televizyonda. “Eee?” dedim. “O televizyon programının ismi ne?” dedi. “Nachbaren Europa,” dedim. Yani ‘Avrupa’daki Komşular’ Türkçesi.. Bir parçamız yayınlanmıştı, Döner Kebap olmalı yanlış hatırlamıyorsam ki getirdiğim plağın içinde yoktu o parça. Sordum, “Döner Kebap’ın politik tarafı ne?” diye. “Sizden sonra birisi çıktı,” dedi. “Bizden sonra kim çıktı, bilmiyorum. Bizi ilgilendiren bizim programımız.” “Yoo,” dedi, “Öyle değil. Sizden sonra çıkanları da düşünmeniz lazım.” Şimdi ben de orada başkonsolosla konuşuyorum.. Ne diyeceğim ona ben?    Sizden sonra çıkanlar ne yapmışlar?   Bizden sonra çıkan bir kadın, ismi Şah Turna’ymış. “Siz Şah Turna’nın oradaki konuşmalarını dinlediniz mi?” diye sordu. “hayır” diye yanıt verdim. “Türkiye’yi kötüledi,” dedi.  Nasıl kötülediğini sordum. Gözlerini kaybetmesinin nedenini anlatmış. Benim için çok enteresan bir hikâyeydi. “Anlatır mısınız, gözlerini nasıl kaybetmiş?” dedim. “Türkiye’de biliyorsun bazı bölgelerde kar çok zorluklar yaratabiliyor. Bu kişi hastalanmış, doktora ihtiyacı olmuş. Çevrede doktor olmadığı için gözlerini kaybetmiş.” Ben tam olarak bilmiyorum, başkonsolosun anlattığını anlatıyorum. Ben de bunun üzerine, “Birisi size gözlerinizi nasıl kaybettiniz diye sorsa yalan mı söylersiniz?” Yani yalan söyleyecek hali yokmuş ki kadının.. O da, “Ama bunu başka şekilde de söyleyebilirdi.” dedi. O zaman ben de, “Çok özür diliyorum,” deyip plağı da alarak oradan çıktım. 1983-84 gibi olmalı.. Ama bak ondan bir sene sonra başka bir konsolos geldi. Ona plak götürdüm. O da org çalıyormuş, müzisyenmiş. “Ya ne kadar güzel bir tesadüf!” dedi. “Bak ben de org alacağım kendime. Sizin orgcunuz gelebilir mi?” dedi. Ben de “Tabii ki, size gelmezse kime gelecek?” dedim. Sonrasında teşekkür etti, tebrik etti, başarılar diledi. Farka bak, olacak şey değildi valla.     Ankara ve İstanbul konserleriniz nasıldı?   Televizyona El Ele parçasıyla çıktık. O zamanlar koskoca Türkiye’nin stüdyosunda hiçbir müzik aleti yoktu. Bizse orada vardır diye İstanbul’dan Ankara’ya geçerken yanımızda hiçbir şey götürmedik. Bu yüzden bizim Ankara televizyonunda hiçbir kaydımız yok.   Hatırladığım kadarıyla o dönemde Barış Manço gibi müzisyenler hep Avrupa’daki stüdyolarda kayıt yapmışlar..   Aynen öyle. Barış Manço, ışıklar içinde yatsın, süper kültürlü bir insandı. Türk müziğine çok şey kattı. Bilhassa Türk gençlerine, yavrulara çok şey öğretti.   Bu arada, şuan elimde 45’liğinizi tutuyorum. Arkasında “Hey! Gençliğe Sesleniyoruz!” yazıyor. O zamanlar gençliğe ne söylemek istemiştiniz?   Ben koyu bir Atatürkçüyüm. Gençler de biliyorsun Atatürk’ün yolunda. Ve her devletin geleceği gençlerdir, o yüzden gençlere hitap ediyoruz. Mesajımız buydu yani. Hatta benim bir bestem vardı gençler üzerine. Biraz ‘heavy’ (sert) kalıyordu, çok güzel bir parçaydı. O zamanlardaki Türk müzik kültürüne fazla modern gelebilir diye düşünmüştük, o yüzden onu sonralara bıraktık.   Ne açıdan ‘fazla’ modern gelebilir’?   Mesela Pink Floyd olsun, Deep Purple olsun.. Aklına hangi gruplar geliyorsa Avrupa’dan, Amerika’dan, bunu İzmir’de yalnızca biz dinliyorduk, bizim arkadaşlarımız dinliyordu o zamanlar. Beatles pop oluyordu mesela. Dediğim tarz rock’tı, resmen rock. O zaman psikedelik rock vardı, çok acayip bir salgındı. Jimi Hendrix mesela..ben Jimi’nin hastasıyım. Santana.. Öf yani! Adam ‘Super Musician’ ünvanını aldı Kuzey Amerika’da. Devamlı onları dinliyorduk. Bir de mesela Moğollar dinliyorduk. Onlar ama tam Anadolu rock yapıyorlardı, Türk gençlerine hitap ediyorlardı. Zaten Anadolu rock kim dinleyecek Türkiye’de Doğu Anadolu’da? Tabii ki Türk gençleri dinleyecek. Zaten Doğu Anadolu’da devamlı türküler.. gerçi Türkiye’nin her tarafında türküler.. Şimdi ne yapıyoruz biz? Türküleri rock yapıyoruz. Hatta bizim de öyle çalışmalarımız oldu. ‘Saçlarından Bir Tel Aldım’ türküsünü rock olarak yapmıştık, burada Berlin’de rekor kırdı o parça.   Tarihe yaptığımız bu yolculukta Nedim Ünal ne kadar güzel zamanlar geçirmiş olduklarını iç çekerek anlattı. Her ne kadar o dönem Türkiye’de Almanya’da olduğu gibi çok bilinmeseler de müzikte doğu-batı sentezinin iz bırakan gruplarından biri oldu Kobra. Genç yaşlarında zoru seçerek müziğin peşinden gittiler. 1980’ler Almanya’sında hem özgün bir müzik ile kendilerini müzik piyasasında duyurmayı başardılar, hem de ayağı Türkiye’ye uzanan müzikler yaptılar. Bize de bu başarı hikayesini sizlere ulaştırmak düştü...   Röportaj: Övgü Çetin / Münih munihinsesi.com   Kobra’nın Orient-Express (1983) albümünü buradan dinleyebilirsiniz:                
1970’lerin başında Türkiye’den Almanya Berlin’e okumaya gelen bir grup genç, 1980 yılında bir araya gelerek grup Kobra’yı kurdu. Başlangıçta çeşitli Türk organizasyonlarında geleneksel tarzda çalan grup, daha sonra kendi tarzı ‘Orient-rock’ı buldu ve çoğunlukla Türkçe sözlere sahip şarkılarına davul, elektrogitar, bas, klavye ve saz eşlik etti. İşte karşınızda Nedim Ünal’ın anlatımıyla Kobra’nın hikâyesi...

1970’lerin başında Türkiye’den Almanya Berlin’e okumaya gelen bir grup genç, 1980 yılında bir araya gelerek grup Kobra’yı kurdu. Başlangıçta çeşitli Türk organizasyonlarında geleneksel tarzda çalan grup, daha sonra kendi tarzı ‘Orient-rock’ı geliştirdi ve çoğunlukla Türkçe sözlere sahip şarkılarına davul, elektrogitar, bas, klavye ve saz eşlik etti.

 

Batı Enstrümanları ile ayağı Türkiye’ye uzanan bir müzik

 

Özgün müzik tarzlarıyla o dönemde özellikle Almanya’da ciddi bir çıkış yakalayan grup, birçok Alman müzisyenin de dikkatini çekti. Alman televizyonlarında, kültür festivallerinde, açık hava konserlerinde çaldılar. Aynı zamanda Almanların tanınmış müzik gruplarından Karat, Puhdys, Peter Maffay ile ön grup olarak birlikte sahne aldılar. Türkiye’de ise İstanbul ve Ankara’da konser veren grubun konserlerini dinlemeye gelenler arasında Mazhar-Fuat-Özkan ve Seyyal Taner de vardı.

 

Grup üyeleri vokal/gitarda Nedim Ünal, basgitarda Fevzi Bineytioğlu, klavyede Adnan Bayrakçı ve davulda Hayrettin Öneşol, bir diğer adıyla ‘Ben Sizin Babanızım’ şarkısı ile tanıdığımız Barbaros Hayrettin’den oluşuyor.

 

Kobra, Avrupa’daki Türk müzisyenler için bir ilham kaynağı niteliğinde; o dönem Almanya’daki Türkler tarafından uluslararası popüler müziğe ilk itici güç olarak kabul ediliyor. Sebebi ise Kobra’nın müziğinin genç Türkler ve Almanlardan oluşan yeni bir nesli hedefliyor olması. Peki bu süreçte neler yaşadılar? 1980’ler Almanya’sında müzik piyasası nasıldı? Özgün müzik stillerini nasıl yakaladılar?

 

İşte karşınızda Nedim Ünal’ın anlatımıyla Kobra’nın hikâyesi...

 

Grup Kobra nasıl bir araya geldi?

 

Ben bir yerde çalıyordum, orada diğer arkadaşlarla tanıştım. Bizim bir çalışma yerimiz vardı, Keller diyorlar adına – ‘çalışma Keller’i (bodrum katı). Orası çalışmak için çok güzel bir yerdi, orada çalışmaya başladık. Daha sonra bir gün, ara vermek için dışarıya çıktığımız bir zaman kendi aramızda ‘Lolo’ diye çağırdığımız bir arkadaş -ki şuanda kendisi epey başarılı konserler düzenliyor -  koşarak yanımıza geldiğinde bir yaz günüydü. ‘Nedim Abi! Nedim Abi! Bir yarışma varmış,” dedi. Burada Almanya Kültür Senatörlüğü, bestelerin bize ait olması ve sözlerinin Almanca olması şartıyla bir rock müzik yarışması düzenledi (1981). Yarışmaya katıldık. Bu arada kendimize bir isim bulalım dedik. Herkes bir şey söyledi, demokratik olması açısından hangi ismi istiyorsak onu kâğıda yazıp torbaya attık. Ben Kobra demiştim, onu seçmişler arkadaşlar. Sebebini  de ‘oryantal’ aleminin simgesi şeklinde düşünmüştüm. Herkes fikrini açıkladı. Bu şekilde de Kobra çalışmalarına başlamış oldu. Yarışmaya girmeden önce de, Ulli Weigel isimli birisi ile Vertrag (sözleşme) yaptık, ondan sonra yarışmaya girdik. Yarışmadaki performansımız Kültür Senatörünün çok ilgisini çekti, çağırdılar bizi, yanlarına gittik.  Buraya kadar her şey tamam... Sonra bir soru sordular ve dediler ki profesyonel olmamanız gerekiyor. O an birbirimize baktık, dedik biz profesyonel miyiz?.. (gülüyor). Ondan sonra Ulli Weigel ile bir Vertrag yaptık dedik. “Vertrag?.. “Gerçekten imzaladınız mı?” diye sordular. “İmzaladık,” dedik. “O zaman siz şu andan itibaren amatör değilsiniz. Çok üzülerek söylüyoruz, siz profesyonelsiniz, Vertrag imzalamışsınız” dediler. Şansa bak!  Şimdi ne yapacağız?

 

Sonra ne oldu?

 

Ondan sonra zannedersem biz birinciydik, ikinci sırada da Berlinli bir grup vardı. Onlar ikinci sıradan yükselerek birinci oldular bu vesileyle. Ve aklımda kaldığı kadarıyla ödül 75.000 Alman Markı idi; hem plak, hem de klip anlaşması bu paranın içine dahildi. Kazanan grubun ismi UKW’ydi, “Sommersprossen” isimli bir parça yaptılar ve o zaman parça çok tutuldu. Yarışmada sözlerin Almanca olması şarttı çünkü amaç Almanca sözlü müzikleri Avrupa’ya lanse etmekti. Seçildiğimiz takdirde albümde Kültür Senatörlüğü’nün de önerileri olacaktı. Biz de Almanca bestemizi yaptık, bir çalışma ortaya koyduk. O zamanlar civciv misali, bilinçli değiliz. Mesela kime hitap ediyoruz? Gençliğe hitap ediyoruz fakat hangi gençliğe hitap ediyoruz? Hangi sözün ne şekilde olması gerekiyor?  Sosyal politik mi, sevgi üzerine mi? Buna benzer önemli konular vardı. Biz sosyal politik ağırlıklı ilerleyelim diye düşündük. Bunun yanı sıra tabii ki tecrübesizlik de vardı. Neyse, UKW o zaman birinci oldu ve epey albüm sattılar.

 

Şarkılarınızın çoğu Türkçe, dönem olarak 1980’lerin başı Türkiye için epey karışık zamanlar. Sosyal politik mesajları müziğe nasıl aktardınız?

 

Aslında dünyada da o zamanlar hangi konular önemliyse, onlardan bahsettik. Onun dışında o dönem Cem Karaca, Barış Manço gibi isimler vardı... Tabii Cem daha çok sosyal politik sözler yazıyordu. Barış Manço biraz daha değişik, o politiğe girmedi hiç. O zamanlar Cem Karaca’yı idol olarak alıyordum. Yapmış olduğu stil, orient-rock falan.. Biraz daha ‘rockumsu’ yapıyordu. Yani orient-rock stilinde, sosyal politik müzik yaptık.

 

Orient-rock nasıl bir tür? Sizin döneminizde nasıl gelişti?

 

Aslında daha önceden de vardı orient-rock. Mesela Amerika’da Frank Zappa vardı. Buna benzer epey grup vardı orient-rock yapan. Mesela Deep Purple..onların da orient-rock türünde parçaları vardı. Orient-rock müziği şöyle ifade edeyim, ‘Westlische Instrumente oder Rhytmus, Orientalische Harmonie bearbeiten’ yani ‘Oriental melodileri West ritmine oturtmak’. Tabii bu değişik ritimlerde olabilir; ritim iki dörtlük olabilir, dört dörtlük olabilir, dokuz sekizlik olabilir; fakat mühim olan bütün bu parçalara oryantal melodi eklemek. ‘Oryantal’ demek yani hicaz makamı şeklinde yarım tonlar. Caz müzisyenleri için olağanüstü derecede enteresan bir stil orient-rock. Konserlerimizi dinlemeye bilhassa Almanlar, hatta çoğunlukla müzisyen Almanlar geliyordu. Aralarında çok iyi müzisyenler vardı, müziğimizi analiz ediyorlardı. Hatta bizimle jam session yapmak isteyen çok müzisyen oldu, bazılarıyla sahnede birlikte çaldık. Özellikle ‘Orient’ melodiyi çok seviyorlar. Zaten konservatuar mezunlarıydı hepsi. Bir iki sefer jam session yaptık onlarla. ‘Emprovizasyon’ (doğaçlama) diyoruz biz. Mesela çalıyoruz, bir yerde ona diyoruz ki ‘burada sen kalabilirsin’.  “Emprovizasyon”. Yani orada senin ruhundan ne geçiyorsa o an onu müziğe aktarıyorsun. Zaten tonları herifler yutmuş yani, hepsini çok iyi biliyorlar. Bir de burada Orient-Rock Festivali vardı. İngiltere’den, Fransa’dan, çeşitli devletlerden gruplar katılırdı. Biz de Almanya’yı temsilen orada çok güzel konserler verdik.

 

Harikaymış..

 

Çok enteresandı gerçekten.. Bir de, birkaç yıl önce vefat etti, Nuri Karademirli vardı.. O da saz çaldı ve çok güzel, orijinal bir müzik oldu. Tam böyle ‘Orientalische Instrumente zur Harmonie und Melodie’ oldu gerçekten.

 

Cem Karaca’ya geri dönersek.. Cem Karaca Türk vatandaşlığından çıkarıldıktan sonra 1984’te “Die Kanaken” isimli Almanca bir albüm çıkardı ve albümde Almanya’ya çalışmaya gelen işçilerin sorunlarını ele aldı. Albümdeki Orient Express adlı şarkıda da, bu işçilerin Doğu Ekspresi ile yurtlarına geri gönderilmesini hikâyeleştiriyor. Grup Kobra olarak sizin de 1983’te çıkardığınız, aynı isimde bir albümünüz var. Siz bu isme nasıl karar verdiniz?

 

Biz o kadar ağır derecede sosyal politik değil ama daha ziyade güncel politik şarkılar yaptık. Henüz bu albüm çıkmamıştı, biz stüdyodayken Ulli Weigel bizi aradı. Albümün ismi ne olsun diye konuştuk. Herkes bir şeyler söyledi. Sonra Ulli Weigel, “Çocuklar, sizin Avrupa’dan Türkiye’ye bir mesajınız var. Bu illa bir tren olmayabilir, bir iletişim aracı olabilir. Orient-Express, Berlin’den Türkiye’ye veya dünyanın diğer taraflarına -beyinlerden beyinlere- müzik yoluyla iletişim kurmayı sağlayan bir müzik şekli olabilir.” Biz de bunu kabul ettik, isme o şekilde karar verdik. O dönemlerde 80’lerde LP (Long Play) yapmak çok zordu.

 

Neden bu kadar zordu?

 

Şöyle söyleyeyim, bizim yavaş yavaş tanınmaya başladığımız zamanlarda, Berlin’de çalıştığımız yerlerde – Übungsraum (Çalışma odası) diyorlar oralara – en az dört bin, beş bin grup çalışma yapıyordu bir günde. Onların aralarından sıyrılıp bir plak firmasının ilgisini çekmek olağanüstü zor bir olaydı. Hatta benim başıma gelen bir olayı anlatayım. Berlin yaş gününü kutluyordu, 750. senesiydi. Biz de şarkı yaptık Berlin üzerine. Sonra ben bir arkadaşı aldığım gibi birlikte burada tanınmış bir radyoya gittik, “Biz Berlin üzerine bir parça yaptık,” dedik. Ben de “Grup Kobra’nın gitaristi ve solistiyim. Parça hakkında ne düşünüyorsunuz? ”diye sordum. Oradaki çocuk ilk önce şöyle bir baktı ve “Benim ona karar vermeye iznim yok,” dedi. Ben de onun üzerine “Peki kim karar verecek?” dedim.   “Müdürümüz karar verir ona,” dedi. “Ben parçayı getirdim, size iletsem müdürünüze iletir misiniz?” dedim. “Olur,” dedi. Ben de, “Siz nasıl seçiyorsunuz bu parçaları? ”dedim. Dedi ki, “Amerika’dan geliyor parçalar. Bu işe bakan, yani plak ve şarkı seçimine bakan müdürümüz – ki o apayrı bir bölüm- hangi parça çalınacaksa ona karar veriyor, ben de burada çalıyorum.” Ben de, “Anladım. Peki nasıl oluyor bu iş?” diye sordum. O da, “Radyoya telefon ediyorlar, müdürlerle konuşuyorlar. Çoğu zaman tanınmış kişiler telefon ediyor.” “Tanınmış kişi derken neyi kastediyorsunuz?” dedim. “Tanınmış kişiler..” diyor. Yani, “Bu işte, müzik alanında tanınmış kişiler. Menajerler, müzik yapımcıları.. Onlar müdürlerle konuşuyor. ‘Sana bir parça gönderiyorum, sen gerekeni yaparsın,’ diyorlar,”. Anlıyor musun? Aynen böyle.. “Gerekeni yap..” Olay bitti. Bir de tabii ki bu adamlar gibi bizim canlı konserlerimizi dinlemeye gelen çok olurdu. Biz bir sürü yerde çaldık. Çok güzel zamanlar geçirdik. Yani dünyanın üçüncü büyük plak firmasında plak yapmak.. Virgin’de plak çıkarmak manyak bir olay. Virgin’de LP yaptık, Berlin’de Propeller Records’da maxi-single yaptık, bir de Orient Express’in single’ını yaptık. Bir tane tek 45’lik. Ama şanssızlık bu ya..

 

Nasıl bir şanssızlık oldu?

 

Ankara ve İstanbul’da konser vermek için Türkiye’ye geldik. Televizyonda yayınlanmak üzere denetimden sadece bir tane parçamız geçti. 

 

Neden peki?

 

Politik..

 

Şarkı sözlerinden ötürü mü?

 

Aynen öyle. Ben plağımızı burada konsolosluğa getirmiştim. Konsolosluğa girmeden önce, başkonsolosun kapısının önünde iki tane koruma vardı. İkisinin de elinde otomatik tüfek vardı. Girdim içeri, Grup Kobra’yı anlattım, “Size plağımızı hediye etmeye geldik,” dedim. Sonra “Buyurun oturun,” dedi. Oturdum. “Ben şuan sınıra telefon etsem sizi Türkiye’ye girdiğiniz an hapse atarlar,” dedi. (Gülüyor) Ben de, “Peki bunu neye borçluyuz?” dedim. “Siz televizyona çıkıyorsunuz,” dedi. O zaman bizim çok fazla konserimiz yayınlanırdı televizyonda. “Eee?” dedim. “O televizyon programının ismi ne?” dedi. “Nachbaren Europa,” dedim. Yani ‘Avrupa’daki Komşular’ Türkçesi.. Bir parçamız yayınlanmıştı, Döner Kebap olmalı yanlış hatırlamıyorsam ki getirdiğim plağın içinde yoktu o parça. Sordum, “Döner Kebap’ın politik tarafı ne?” diye. “Sizden sonra birisi çıktı,” dedi. “Bizden sonra kim çıktı, bilmiyorum. Bizi ilgilendiren bizim programımız.” “Yoo,” dedi, “Öyle değil. Sizden sonra çıkanları da düşünmeniz lazım.” Şimdi ben de orada başkonsolosla konuşuyorum.. Ne diyeceğim ona ben? 

 

Sizden sonra çıkanlar ne yapmışlar?

 

Bizden sonra çıkan bir kadın, ismi Şah Turna’ymış. “Siz Şah Turna’nın oradaki konuşmalarını dinlediniz mi?” diye sordu. “hayır” diye yanıt verdim. “Türkiye’yi kötüledi,” dedi.  Nasıl kötülediğini sordum. Gözlerini kaybetmesinin nedenini anlatmış. Benim için çok enteresan bir hikâyeydi. “Anlatır mısınız, gözlerini nasıl kaybetmiş?” dedim. “Türkiye’de biliyorsun bazı bölgelerde kar çok zorluklar yaratabiliyor. Bu kişi hastalanmış, doktora ihtiyacı olmuş. Çevrede doktor olmadığı için gözlerini kaybetmiş.” Ben tam olarak bilmiyorum, başkonsolosun anlattığını anlatıyorum. Ben de bunun üzerine, “Birisi size gözlerinizi nasıl kaybettiniz diye sorsa yalan mı söylersiniz?” Yani yalan söyleyecek hali yokmuş ki kadının.. O da, “Ama bunu başka şekilde de söyleyebilirdi.” dedi. O zaman ben de, “Çok özür diliyorum,” deyip plağı da alarak oradan çıktım. 1983-84 gibi olmalı.. Ama bak ondan bir sene sonra başka bir konsolos geldi. Ona plak götürdüm. O da org çalıyormuş, müzisyenmiş. “Ya ne kadar güzel bir tesadüf!” dedi. “Bak ben de org alacağım kendime. Sizin orgcunuz gelebilir mi?” dedi. Ben de “Tabii ki, size gelmezse kime gelecek?” dedim. Sonrasında teşekkür etti, tebrik etti, başarılar diledi. Farka bak, olacak şey değildi valla.  

 

Ankara ve İstanbul konserleriniz nasıldı?

 

Televizyona El Ele parçasıyla çıktık. O zamanlar koskoca Türkiye’nin stüdyosunda hiçbir müzik aleti yoktu. Bizse orada vardır diye İstanbul’dan Ankara’ya geçerken yanımızda hiçbir şey götürmedik. Bu yüzden bizim Ankara televizyonunda hiçbir kaydımız yok.

 

Hatırladığım kadarıyla o dönemde Barış Manço gibi müzisyenler hep Avrupa’daki stüdyolarda kayıt yapmışlar..

 

Aynen öyle. Barış Manço, ışıklar içinde yatsın, süper kültürlü bir insandı. Türk müziğine çok şey kattı. Bilhassa Türk gençlerine, yavrulara çok şey öğretti.

 

Bu arada, şuan elimde 45’liğinizi tutuyorum. Arkasında “Hey! Gençliğe Sesleniyoruz!” yazıyor. O zamanlar gençliğe ne söylemek istemiştiniz?

 

Ben koyu bir Atatürkçüyüm. Gençler de biliyorsun Atatürk’ün yolunda. Ve her devletin geleceği gençlerdir, o yüzden gençlere hitap ediyoruz. Mesajımız buydu yani.

Hatta benim bir bestem vardı gençler üzerine. Biraz ‘heavy’ (sert) kalıyordu, çok güzel bir parçaydı. O zamanlardaki Türk müzik kültürüne fazla modern gelebilir diye düşünmüştük, o yüzden onu sonralara bıraktık.

 

Ne açıdan ‘fazla’ modern gelebilir’?

 

Mesela Pink Floyd olsun, Deep Purple olsun.. Aklına hangi gruplar geliyorsa Avrupa’dan, Amerika’dan, bunu İzmir’de yalnızca biz dinliyorduk, bizim arkadaşlarımız dinliyordu o zamanlar. Beatles pop oluyordu mesela. Dediğim tarz rock’tı, resmen rock. O zaman psikedelik rock vardı, çok acayip bir salgındı. Jimi Hendrix mesela..ben Jimi’nin hastasıyım. Santana.. Öf yani! Adam ‘Super Musician’ ünvanını aldı Kuzey Amerika’da. Devamlı onları dinliyorduk. Bir de mesela Moğollar dinliyorduk. Onlar ama tam Anadolu rock yapıyorlardı, Türk gençlerine hitap ediyorlardı. Zaten Anadolu rock kim dinleyecek Türkiye’de Doğu Anadolu’da? Tabii ki Türk gençleri dinleyecek. Zaten Doğu Anadolu’da devamlı türküler.. gerçi Türkiye’nin her tarafında türküler.. Şimdi ne yapıyoruz biz? Türküleri rock yapıyoruz. Hatta bizim de öyle çalışmalarımız oldu. ‘Saçlarından Bir Tel Aldım’ türküsünü rock olarak yapmıştık, burada Berlin’de rekor kırdı o parça.

 

Tarihe yaptığımız bu yolculukta Nedim Ünal ne kadar güzel zamanlar geçirmiş olduklarını iç çekerek anlattı. Her ne kadar o dönem Türkiye’de Almanya’da olduğu gibi çok bilinmeseler de müzikte doğu-batı sentezinin iz bırakan gruplarından biri oldu Kobra. Genç yaşlarında zoru seçerek müziğin peşinden gittiler. 1980’ler Almanya’sında hem özgün bir müzik ile kendilerini müzik piyasasında duyurmayı başardılar, hem de ayağı Türkiye’ye uzanan müzikler yaptılar. Bize de bu başarı hikayesini sizlere ulaştırmak düştü...

 

Röportaj: Övgü Çetin / Münih

munihinsesi.com

 

Kobra’nın Orient-Express (1983) albümünü buradan dinleyebilirsiniz:

 

 

 

 

 

 

 

 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve munihinsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.