GÜLÜNÜN SOLDUĞU AKŞAM – Erdal ÖZ

Kitap 10.04.2020 - 07:00, Güncelleme: 01.12.2021 - 20:21 1703+ kez okundu.
 

GÜLÜNÜN SOLDUĞU AKŞAM – Erdal ÖZ

Bu kitabı 19 Mayıs 2000 tarihinde yani bundan 17 yıl önce, elinden kitapları bir an olsun üşürmeyen, okumayı onunla sevdiğim, en büyük olan Burcu ablam hediye etmişti. O zamanlar okumuştum okumasına ama yıllar sonra sayfalarını açıp baktığımda altını çizdiğim tek bir satır bile yoktu. Gençliğimde okuduğum, beni etkileyen kitapları orta yaşlılığımda tekrar okumayı adet haline getirdim son zamanlarda. “Gülünün Solduğu Akşam” da adımı kahramanından aldığım için bu kitaplardan biriydi. Önceki gün aldım elime tekrardan okumaya başladım. Bu kitapta çarpıcı bulduğum, altını çizdiğim yerleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Anlatmaya önce kitabın yazarından başlayalım. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu ve aynı zamanda Can Yayınlarının kurucusu da olan Erdal Öz, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) adlı devrimci örgütün önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşlarıyla Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde bir süre birlikte yattı.  Bir gün çay ocağında karşılaştığı Deniz Gezmiş’in “Sen iyi belgeliyorsun reis, yaz bizi. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yazar mısın?” şeklinde ki konuşması sonrasında kimi gizli, kimi açık buluşmalarda onlarla konuştu. Hızla tutmaya çalıştığı dağınık notlardan, cezaevi günlüğünden, dışarıya yazıp yolladığı mektuplardan ve mektupların satır aralarına bir gölge gibi iliştirdiği görünmez anılardan, belleğinde, yüreğinde kalanlardan yola çıkarak bu kitabı bir roman havasında yazacaktı. Ancak Erdal Öz hiç beklemediği bir anda cezaevinden salı verildi. Elindeki notlar bir roman için yetersizdi. Hikâyesine başladığı gencecik insanlar kimi asılarak, kimi kurşunlanarak öldürüldü. Öz, “Bende kalan bu değerli notları kendimde saklayamazdım” dedi ve başladı “Gülünün Solduğu Akşam”ı yazmaya.   Kitabın ismi Turgut Uyar’ın “Herkes ne zaman ölür, elbet gülünün solduğu akşam” dizelerinden alındı. Öz, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asılışlarını bir önceki dönemin asılan üç büyüğüne karşılık, üç genç insanın sanki bir ödeşme biçiminde asılışlarını, sonucu üçte üç biten bir maça benzetti.   Kitabın en ilgi çeken yanı ise kitapta yer alan hikâyelerin birebir kahramanları tarafından anlatılmış olmasıydı. Ayrıca kitapta İrfan Uçar’ın falakaya yatırılıp parçalanmış ayaklarının tuzlu suya batırılmasının, Mete Ertekin’in elektriğe bağlanmasının, Deniz – Yusuf ve Hüseyin’in idam edildiği anlarının anlatıldığı kısımlar kesinlikle insanın o acıları içinde hmesine yetiyordu.     Deniz Gezmiş bir konuşmasında biraz da sitemkar bir şekilde “Cezaevine giren çok az yazar var” deyince Erdal Öz; “Bırak da dışarıda kalanlar, içeri tıkılanlardan çok olsun” yanıtını verdi. Deniz Gezmiş’in Nazım Hikmet’ten sonra en beğendiği şair Ahmed Arif idi.   Deniz Gezmiş’in tek başına kaldığı hücresinde yine bir seferinde yerler sigara izmaritleriyle doluydu. Yatağın bir köşesinde Orhan Kemal’in okunmaktan yıpranmış bir romanı duruyordu bu romanın adı “Bereketli Topraklar Üzerinde” idi.   Bir konuşmalarında Deniz Gezmiş genç kuşakları eleştirirken; “Bu kuşak, bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada mahpushanede tanıştı. Bu kuşak bizler gibi öyle düşünce tartışmaları da yapmadı, yapamadı; yapmaya fırsat bulamadı ki. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buldular. Sonra, bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı. Örneğin, Beethoven’ı doya doya dinleyemedi. Eisenstein’ın, Pudovkin’in filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler” dedi.   “Sıradan bir burjuva, inanın ki, Beethoven’ın Yedinci Senfonisini bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim bir Lorca’nın, bir Neruda’nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya iç savaşını yaşayan biri, Rodrigo’yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir” diyordu Deniz.   “Biz insan öldürmedik reis”… Erdal Öz’ün kaçırdıkları Amerikalıların olayını sorduğunda Deniz söze şöyle başlıyor. “Yok öldüremiyorsun. Faşistlere benzemiyoruz biz. Kolay değil adam öldürmek. Üstelik adamlar suçsuz. Adamlar bilinçsiz ve senin yaşındalar. Tek suçları Amerikalı olmaları belki, ama sübjektif olarak hiçbir suçları yok adamların. Ayrıca silahları da yok. Sen silahlısın karşılarında. Yani koşullar eşit değil. Hiçbirimiz adam öldürmemişiz ki o güne kadar. Hiçbir deneyimimiz yok. O günden sonrada öldürmedik kimseyi. Biz insan öldürmedik reis”   Deniz Gezmiş, bir ast subayın eşinin eline ateş etmişti. O olayı şöyle anlatacaktı; “Vurduk Kayseri yoluna, adam soruyor kimim, neyim? Adımı söyleyince çok şaşırdı. Hiç beklemiyordu. Karısının eline bilerek ateş etmediğimi söyledim. Baktım da, kızgın değildi bana ama şaşkındı. Astsubaymış. Cebimde 525 liram vardı. 25 lirasını kendime ayırdım. 500 lirayı astsubaya verdim. Sigaram kalmamıştı. Sigarasını aldım. Kar yine başlamıştı”   Bak sana bir şey söyleyeyim: Şurada gördüğün arkadaşların hiçbirisinde, inan ki, farklı bir düşünce yok. Hepsi de benim gibi gidecekler ölüme. Ölüme karşı bütün bu yürekliliği, sana dünya görüşün veriyor. Kazancaskis’in o romanını bilirsin: “Günaha Son Çağrı” O kitabın son bölümünde bu duyguyu ne güzel anlatır Kazancaskis; mücadeleyi bırakmanın, mücadeleden kopmamanın o büyük sevincini ne güzel anlatır. İşte o sevinci duyuyorsun, o büyük sevinci.   Mustafa Yalçıner, Nurhak dağında yaralı olarak yakalandığı gün çantasında “Gerilla Günlüğü” adında bir not defteri ele geçirildi. Bu not defteri Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu hakkında birçok bilgi içeriyordu.   Deniz, idam gecesini kafasında şöyle tasarlamıştı; “O sahneyi çok iyi somutladım. İdam günü gelip çatınca o sevdiğim, alıştığım giysileri giyeceğim: postallarımı, parkamı. Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim. Öyle her zamanki eyleme gidiş tavrımla gideceğim. Yok, tıraş falan da olmayacağım. Gidip, oturup önce bir sigara yakacağım orada. Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim. Ha bak, Rodrigo’nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak, bunu çok isterim. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler. Bunu isteyeceğim”   İdam gecesi Deniz, elleri arkasından kelepçeli, ayakları bileklerinden zincirlerle prangalı olduğu halde, kapıdan girince sağda, avluya bakan pencerenin karşısındaki duvarın önünde bir sandalyeye oturtulmuştu. Deniz’in hemen sağındaki masanın üzerinde bir “Samsun” paketi duruyordu. Bir el paketi iyice sıkıp bırakmış gibiydi. Deniz, gardiyanın elinde tuttuğu sigaradan derin bir soluk çekti. “İki gün öncesine kadar ‘Birinci’ sigarası içiyorduk. Sonucun böyle olacağını bildiğimizden, hiç olmazsa son iki günümüzde filtreli sigara içelim dedik”   Hüseyin’i getirdiler. Bildiğimiz Hüseyin’di. Her zamanki Hüseyin. Oturdu. Bir sigara içip içmeyeceğini sorduk. “İçmeyeyim” dedi. Ayağındaki lastik ayakkabıları gösterdi. “Söyleyin babama, yarın ayağımda bu lastik ayakkabıları görünce, doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş demesin, üzülmesin. Mamak’ta cezaevinde ayakkabılarımızı giymemize bile fırsat vermediler. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun” dedi.   Ölüm cezasına çarptırılan bu çocukların eylemleri bellidir, “Banka soymuşlardır, adam kaçırmışlardır, polis kulübesine ateş etmişlerdir. İzinsiz silah taşımışlardır. Evet, bunlar yasalarımıza göre suçtur ve cezaları vardır. Oysa haklarında verilen ölüm cezalarının nedeni olan suçlar bu suçlar değildir. “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanunla teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini ıskata veya vazifesini yapmakta n men’e cebren teşebbüs” etmekten ölüm cezasına çarptırılmışlardır.   O gün (18 Eylül 1971) mahkeme, hiç beklemezken, salıverilmeme karar verdi. Mahkeme dönüşü doğruca Deniz’lerin koğuşuna girip, hepsi de idamla yargılanan o arkadaşlara, az sonra cezaevinden çıkacağımı utanarak açıklamak zorunda kaldım. Yarım saat sonra hepsiyle ayrı ayrı öpüşüp koğuşuma geçtim. Nöbetçi gardiyan, Deniz’in de benimle birlikte gelmesine göz yummuştu. Bomboştu bizim koğuş. Herkes avluda olmalıydı. Öteberimi toplayıp çantamı hazırlamaya başladım. Deniz işte orada üç kişilik zehir istedi benden. “Ben, Yusuf, Hüseyin, üçümüz ipin ucunda sayılırız artık. Asacaklar bizi. Ölümümüzün bu adamların ellerinde olmasını istemiyoruz” Ve anlaştık aramızda: Dışarıda araştırıp en çabuk etkileyen zehri bulacak, gri renkli üç ilaç kapsülünün içine dolduracak, kapsülleri kırmızı ciltli bir kitabın kalın kapak kartonunun içine ustaca gömüp yerleştirecek, onlara ulaştıracaktım. Deniz’in söylediğine göre üçünün de gri renkli yüksek yakalı balıkçı kazakları varmış. Zehir dolu kapsülleri yakalarına örüp gizleyecekler, son dakikada, elleri kolları bağlı bile olsa uzanıp kapsülü dişleriyle kıracaklar, zehri emecekler ve yaşamlarına kendi elleriyle son vereceklermiş. Bu satırları yazdığı için Erdal Öz çoğu kesim tarafından eleştirildi. Deniz gerçekten kendisinden zehir istemiş miydi yoksa yazar bu hikâyeyi kendisi mi kurgulamıştı. Bana kalırsa zehir istemeleri gayet anlaşılır bir durum. Muhtemelen yaşamlarına son verilecekse bu keyfi savaştıkları düşünceye yaşatmamak istemişlerdi.   Yazar’ın son notu; “Gülünün Solduğu Akşam, birtakım belgelerden yola çıkılarak yazılmış bir “belgesel” değildir. Cezaevindeyken tuttuğum notlarımdan, günlüklerimden, mektuplarımdan, anılarımdan yola çıkarak yazdığım bu kitabın tek doğrucu tanığı yine benim. Tanıklıktır benim yaptığım, bir yazarın tanıklığı”   Bu hüzünlü, gerçek yaşanmışlıklardan oluşan romanı okumayanlara şiddetle okumalarını tavsiye ediyorum. Çünkü bu roman kahramanlarının bizzat anlatımlarından yola çıkılarak yazılmış, Erdal Öz tarafından çok iyi kaleme alınmış tarihe ışık tutacak gerçek bir yapıt.   Deniz GEZGİNCİ denizgezginci@hotmail.com
Bu kitabı 19 Mayıs 2000 tarihinde yani bundan 17 yıl önce, elinden kitapları bir an olsun üşürmeyen, okumayı onunla sevdiğim, en büyük olan Burcu ablam hediye etmişti. O zamanlar okumuştum okumasına ama yıllar sonra sayfalarını açıp baktığımda altını çizdiğim tek bir satır bile yoktu. Gençliğimde okuduğum, beni etkileyen kitapları orta yaşlılığımda tekrar okumayı adet haline getirdim son zamanlarda. “Gülünün Solduğu Akşam” da adımı kahramanından aldığım için bu kitaplardan biriydi. Önceki gün aldım elime tekrardan okumaya başladım. Bu kitapta çarpıcı bulduğum, altını çizdiğim yerleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
  • Anlatmaya önce kitabın yazarından başlayalım. Ankara Hukuk Fakültesi mezunu ve aynı zamanda Can Yayınlarının kurucusu da olan Erdal Öz, THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) adlı devrimci örgütün önderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşlarıyla Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde bir süre birlikte yattı.  Bir gün çay ocağında karşılaştığı Deniz Gezmiş’in “Sen iyi belgeliyorsun reis, yaz bizi. Boku bokuna asılıp gideceğiz. Yazar mısın?” şeklinde ki konuşması sonrasında kimi gizli, kimi açık buluşmalarda onlarla konuştu. Hızla tutmaya çalıştığı dağınık notlardan, cezaevi günlüğünden, dışarıya yazıp yolladığı mektuplardan ve mektupların satır aralarına bir gölge gibi iliştirdiği görünmez anılardan, belleğinde, yüreğinde kalanlardan yola çıkarak bu kitabı bir roman havasında yazacaktı. Ancak Erdal Öz hiç beklemediği bir anda cezaevinden salı verildi. Elindeki notlar bir roman için yetersizdi. Hikâyesine başladığı gencecik insanlar kimi asılarak, kimi kurşunlanarak öldürüldü. Öz, “Bende kalan bu değerli notları kendimde saklayamazdım” dedi ve başladı “Gülünün Solduğu Akşam”ı yazmaya.
     
  • Kitabın ismi Turgut Uyar’ın “Herkes ne zaman ölür, elbet gülünün solduğu akşam” dizelerinden alındı. Öz, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asılışlarını bir önceki dönemin asılan üç büyüğüne karşılık, üç genç insanın sanki bir ödeşme biçiminde asılışlarını, sonucu üçte üç biten bir maça benzetti.
     
  • Kitabın en ilgi çeken yanı ise kitapta yer alan hikâyelerin birebir kahramanları tarafından anlatılmış olmasıydı. Ayrıca kitapta İrfan Uçar’ın falakaya yatırılıp parçalanmış ayaklarının tuzlu suya batırılmasının, Mete Ertekin’in elektriğe bağlanmasının, Deniz – Yusuf ve Hüseyin’in idam edildiği anlarının anlatıldığı kısımlar kesinlikle insanın o acıları içinde hmesine yetiyordu.  
     
  • Deniz Gezmiş bir konuşmasında biraz da sitemkar bir şekilde “Cezaevine giren çok az yazar var” deyince Erdal Öz; “Bırak da dışarıda kalanlar, içeri tıkılanlardan çok olsun” yanıtını verdi. Deniz Gezmiş’in Nazım Hikmet’ten sonra en beğendiği şair Ahmed Arif idi.
     
  • Deniz Gezmiş’in tek başına kaldığı hücresinde yine bir seferinde yerler sigara izmaritleriyle doluydu. Yatağın bir köşesinde Orhan Kemal’in okunmaktan yıpranmış bir romanı duruyordu bu romanın adı “Bereketli Topraklar Üzerinde” idi.
     
  • Bir konuşmalarında Deniz Gezmiş genç kuşakları eleştirirken; “Bu kuşak, bizler gibi bohemlikten gelmedi. Edebiyatla bile burada mahpushanede tanıştı. Bu kuşak bizler gibi öyle düşünce tartışmaları da yapmadı, yapamadı; yapmaya fırsat bulamadı ki. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buldular. Sonra, bu yeni kuşak, kültürden de nasibini alamadı. Örneğin, Beethoven’ı doya doya dinleyemedi. Eisenstein’ın, Pudovkin’in filmlerini bile rahatça, tat alarak izleyemediler” dedi.
     
  • “Sıradan bir burjuva, inanın ki, Beethoven’ın Yedinci Senfonisini bir devrimci kadar anlayamaz bence, bir devrimci gibi yaklaşamaz ona. Ne bileyim bir Lorca’nın, bir Neruda’nın şiirinin tadına bir devrimci gibi varamaz. İspanya iç savaşını yaşayan biri, Rodrigo’yu nasıl bizlerden daha iyi anlarsa, bu da öyledir” diyordu Deniz.
     
  • “Biz insan öldürmedik reis”… Erdal Öz’ün kaçırdıkları Amerikalıların olayını sorduğunda Deniz söze şöyle başlıyor. “Yok öldüremiyorsun. Faşistlere benzemiyoruz biz. Kolay değil adam öldürmek. Üstelik adamlar suçsuz. Adamlar bilinçsiz ve senin yaşındalar. Tek suçları Amerikalı olmaları belki, ama sübjektif olarak hiçbir suçları yok adamların. Ayrıca silahları da yok. Sen silahlısın karşılarında. Yani koşullar eşit değil. Hiçbirimiz adam öldürmemişiz ki o güne kadar. Hiçbir deneyimimiz yok. O günden sonrada öldürmedik kimseyi. Biz insan öldürmedik reis”
     
  • Deniz Gezmiş, bir ast subayın eşinin eline ateş etmişti. O olayı şöyle anlatacaktı; “Vurduk Kayseri yoluna, adam soruyor kimim, neyim? Adımı söyleyince çok şaşırdı. Hiç beklemiyordu. Karısının eline bilerek ateş etmediğimi söyledim. Baktım da, kızgın değildi bana ama şaşkındı. Astsubaymış. Cebimde 525 liram vardı. 25 lirasını kendime ayırdım. 500 lirayı astsubaya verdim. Sigaram kalmamıştı. Sigarasını aldım. Kar yine başlamıştı”
     
  • Bak sana bir şey söyleyeyim: Şurada gördüğün arkadaşların hiçbirisinde, inan ki, farklı bir düşünce yok. Hepsi de benim gibi gidecekler ölüme. Ölüme karşı bütün bu yürekliliği, sana dünya görüşün veriyor. Kazancaskis’in o romanını bilirsin: “Günaha Son Çağrı” O kitabın son bölümünde bu duyguyu ne güzel anlatır Kazancaskis; mücadeleyi bırakmanın, mücadeleden kopmamanın o büyük sevincini ne güzel anlatır. İşte o sevinci duyuyorsun, o büyük sevinci.
     
  • Mustafa Yalçıner, Nurhak dağında yaralı olarak yakalandığı gün çantasında “Gerilla Günlüğü” adında bir not defteri ele geçirildi. Bu not defteri Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu hakkında birçok bilgi içeriyordu.
     
  • Deniz, idam gecesini kafasında şöyle tasarlamıştı; “O sahneyi çok iyi somutladım. İdam günü gelip çatınca o sevdiğim, alıştığım giysileri giyeceğim: postallarımı, parkamı. Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim. Öyle her zamanki eyleme gidiş tavrımla gideceğim. Yok, tıraş falan da olmayacağım. Gidip, oturup önce bir sigara yakacağım orada. Sonra demli, sıcak, güzel bir çay içeceğim. Ha bak, Rodrigo’nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada. Bak, bunu çok isterim. Sanırım asılacak bir insanın son isteğini geri çevirmezler. Bunu isteyeceğim”
     
  • İdam gecesi Deniz, elleri arkasından kelepçeli, ayakları bileklerinden zincirlerle prangalı olduğu halde, kapıdan girince sağda, avluya bakan pencerenin karşısındaki duvarın önünde bir sandalyeye oturtulmuştu. Deniz’in hemen sağındaki masanın üzerinde bir “Samsun” paketi duruyordu. Bir el paketi iyice sıkıp bırakmış gibiydi. Deniz, gardiyanın elinde tuttuğu sigaradan derin bir soluk çekti. “İki gün öncesine kadar ‘Birinci’ sigarası içiyorduk. Sonucun böyle olacağını bildiğimizden, hiç olmazsa son iki günümüzde filtreli sigara içelim dedik”
     
  • Hüseyin’i getirdiler. Bildiğimiz Hüseyin’di. Her zamanki Hüseyin. Oturdu. Bir sigara içip içmeyeceğini sorduk. “İçmeyeyim” dedi. Ayağındaki lastik ayakkabıları gösterdi. “Söyleyin babama, yarın ayağımda bu lastik ayakkabıları görünce, doğru dürüst bir ayakkabısı bile yokmuş demesin, üzülmesin. Mamak’ta cezaevinde ayakkabılarımızı giymemize bile fırsat vermediler. Ayakkabılarım cezaevinde kaldı. Onlara hediyem olsun” dedi.
     
  • Ölüm cezasına çarptırılan bu çocukların eylemleri bellidir, “Banka soymuşlardır, adam kaçırmışlardır, polis kulübesine ateş etmişlerdir. İzinsiz silah taşımışlardır. Evet, bunlar yasalarımıza göre suçtur ve cezaları vardır. Oysa haklarında verilen ölüm cezalarının nedeni olan suçlar bu suçlar değildir. “Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanununun tamamını veya bir kısmını tağyir ve tebdil veya ilgaya ve bu kanunla teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini ıskata veya vazifesini yapmakta n men’e cebren teşebbüs” etmekten ölüm cezasına çarptırılmışlardır.

 

  • O gün (18 Eylül 1971) mahkeme, hiç beklemezken, salıverilmeme karar verdi. Mahkeme dönüşü doğruca Deniz’lerin koğuşuna girip, hepsi de idamla yargılanan o arkadaşlara, az sonra cezaevinden çıkacağımı utanarak açıklamak zorunda kaldım. Yarım saat sonra hepsiyle ayrı ayrı öpüşüp koğuşuma geçtim. Nöbetçi gardiyan, Deniz’in de benimle birlikte gelmesine göz yummuştu. Bomboştu bizim koğuş. Herkes avluda olmalıydı. Öteberimi toplayıp çantamı hazırlamaya başladım. Deniz işte orada üç kişilik zehir istedi benden. “Ben, Yusuf, Hüseyin, üçümüz ipin ucunda sayılırız artık. Asacaklar bizi. Ölümümüzün bu adamların ellerinde olmasını istemiyoruz” Ve anlaştık aramızda: Dışarıda araştırıp en çabuk etkileyen zehri bulacak, gri renkli üç ilaç kapsülünün içine dolduracak, kapsülleri kırmızı ciltli bir kitabın kalın kapak kartonunun içine ustaca gömüp yerleştirecek, onlara ulaştıracaktım. Deniz’in söylediğine göre üçünün de gri renkli yüksek yakalı balıkçı kazakları varmış. Zehir dolu kapsülleri yakalarına örüp gizleyecekler, son dakikada, elleri kolları bağlı bile olsa uzanıp kapsülü dişleriyle kıracaklar, zehri emecekler ve yaşamlarına kendi elleriyle son vereceklermiş. Bu satırları yazdığı için Erdal Öz çoğu kesim tarafından eleştirildi. Deniz gerçekten kendisinden zehir istemiş miydi yoksa yazar bu hikâyeyi kendisi mi kurgulamıştı. Bana kalırsa zehir istemeleri gayet anlaşılır bir durum. Muhtemelen yaşamlarına son verilecekse bu keyfi savaştıkları düşünceye yaşatmamak istemişlerdi.

 

  • Yazar’ın son notu; “Gülünün Solduğu Akşam, birtakım belgelerden yola çıkılarak yazılmış bir “belgesel” değildir. Cezaevindeyken tuttuğum notlarımdan, günlüklerimden, mektuplarımdan, anılarımdan yola çıkarak yazdığım bu kitabın tek doğrucu tanığı yine benim. Tanıklıktır benim yaptığım, bir yazarın tanıklığı”

 

Bu hüzünlü, gerçek yaşanmışlıklardan oluşan romanı okumayanlara şiddetle okumalarını tavsiye ediyorum. Çünkü bu roman kahramanlarının bizzat anlatımlarından yola çıkılarak yazılmış, Erdal Öz tarafından çok iyi kaleme alınmış tarihe ışık tutacak gerçek bir yapıt.

 

Deniz GEZGİNCİ
denizgezginci@hotmail.com

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve munihinsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.