KULE CANBAZI – Sunay AKIN

Kitap 10.04.2020 - 07:56, Güncelleme: 01.12.2021 - 20:21 2328+ kez okundu.
 

KULE CANBAZI – Sunay AKIN

Bu hafta elime aldığım kitabın adı “Kule Canbazı” yazarı da “Bir yanı şiir, bir yanı düzyazı; hangisine düşse söz canbazı” olan çok sevdiğim şair Sunay Akın.
Okuduğum kitapları tarih sırasına göre yeniden düzenledim kütüphanemde. Geçmişten, günümüze yeniden okuyor, yeni notlar çıkarıyorum. Yirmi yıl önce okuduğum kitapların sayfalarını o gençlik halimle tertemiz bırakmışım neredeyse. Ya okuduklarımı anlamamışım ya da okuduklarıma anlam katamamış, sayfalara tek bir çizik bile atmamışım. Orta yaşlı halimle okuduğumda ise neredeyse her sayfada bir yerlerin altını çiziyorum, yüzüme eklenen çizgilerin de bunda etkisi var biliyorum.   Bu hafta elime aldığım kitabın adı “Kule Canbazı” yazarı da “Bir yanı şiir, bir yanı düzyazı; hangisine düşse söz canbazı” olan çok sevdiğim şair Sunay Akın.   Kitap 2004 yılında Çınar Yayınlarından piyasaya çıktı. Sunay Akın, tüm kitaplarında olduğu gibi araştırmacılığını ve hayal gücünü enfes bir şekilde ortaya koyarken, birbirinden farklı olayları daldan dala atlayarak yine birbirine çok güzel bağlamış.   Kitabın ismine bakıldığında sadece “Canbazlardan” bahsediliyor zannedilmesin. Sunay Akın oyuncaklardan,  İstanbul’a, Nazım’dan çirkin kral Yılmaz Güney’e kadar birçok hikâyeye yer veriyor kitabında.   Gelelim kitapta altını çizdiğim yerlere;   Özellikle Antalya’da yaşadığım yıllarda her hafta Karşıyakalılarla oynadığımız “Bowling” oyunu çıkıyor kitapta karşıma. Bowling, MS 400 yılında, Almanya’daki kiliselerin bahçelerinde oynanmaya başlayan “dinsiz öldürme oyunundan” başka bir şey değilmiş aslında. Bu törenlerde atıcı, bir kuka devirirse, yani bir dinsiz öldürürse ziyafetle ödüllendirilmekteymiş. Her başarılı atış, günahın bağışlandığı anlamına geliyormuş. Yok, eğer, top hedefini bulmazsa, atıcı, inancını biraz daha güçlendirmek için kiliseye girip dua ediyormuş.  Alman yazar Wolfgang Borchert’in bowlingle ilgili şu şiiri de ilgimi çekiyor kitapta;   Biz bowling oyuncuları Ama gülleler de biziz Devrilen kukalar da Ve gümbür gümbür öten Oyun yeri, yüreklerimiz.   Ve Sunay Akın, “Bowling” ile ilgili hikâyesini yine okuyucunun tüylerini diken diken eden şu ifadelerle bitiriyor; “İkinci Dünya Savaşı öncesinde, çocukları da görürüz bowling salonlarında; ama onlar, oynamak yerine kukaların yanında durmaktaydılar. Görevleri, devrilen kukaları dizmekti. 1946 yılında, otomatik dizme makinesi yapılana kadar kukalar, ‘pinboy’ adlı çocuklar tarafından hazırlanırdı yeni bir atışa. Çocuklar, dizdikleri kukaların üstünde bulunan sıraya oturduklarında, ayaklarının altından geçiyordu atılan toplar. Her şey savaş günlerinde olduğu gibiydi yani. ‘Büyükler kazanmak hırsıyla atış yaparken, küçük ayakların altında devriliyordu yaşam’  Ve çocuklara her seferinde, yıkılanları yapmak, yaşamı yeniden ayağa kaldırmak düşüyordu.   “Yazlık sinemaların arka duvarlarının diplerinde kesilmiş film parçaları toplamaya meraklı çocuklardık” diye başlıyor “Yılmaz Güney’in Gülen Yüzü” adlı hikâyesine Sunay Akın. “Ceplerimizde taşıdığımız mercekli, küçük film kutularından bir tanesini, Paris’in ünlü ‘Perla Şez’ mezarlığındaki bir kabrin üstünde bıraktım. O mezarda, güneşe tuttuğum oyuncak sinemanın merceğinden baktığımda, gülümseyen yüzünü görmeyi özlediğim Yılmaz Güney’in adı yazıyordu” diye bitiriyor hikâyeyi.  Yolum bir gün yeniden Paris’e düşerse ünlü Chemps-Elysees (Şanzelize) Caddesinden önce  “Perla Şez” mezarlığının yolunu tutacağım ve Yılmaz Güney’in mezarında Sunay Akın’ın küçük film kutusunu arayacağım. Aynı mezarlıkta yatan Ahmet Kaya’ya da bir selam çakarak “Hoşça kal iki gözüm, hoşça kal” diyerek mezarlıktan ayrılacağım.      Sunay Akın hikâyelerinden birinde en sevdiğim şairlerden Orhan Veli’den bahsediyor. Orhan Veli’nin çocukluk arkadaşı Halim Şefik’ten dinlediği şu hikâyeyi anlatıyor; “Çok güzel uçurtma yaparmış Orhan Veli. Öyle ki, onun uçurtması hep en yükseğe çıkarmış. Halim Şefik, arkadaşı Orhan Veli’yi aramak için evden çıktığında, gökyüzüne bakarmış önce… Eğer o gün uçurtmalar bulutlarla oyun oynuyorlarsa en yüksekte olan uçurtmaya doğru yürürmüş. Bilirmiş ki, o uçurtmanın ipi Orhan Veli’nin ellerindedir.”    Şairin uçurtma sevdasıyla “Macera” şiirinde karşılaşırız:   Bir uçurtma yaptım, telli duvaklı; Kuyruğu ebemkuşağı renginde; Bir salıverdim gökyüzüne; Gökyüzünü gördüm.   Kitapta altını çizdiğim ve güleyim mi yoksa ağlayım mı diye bilemediğim bir ilginç bölümde şu oldu; “Osmanlı Padişahlarından 2. Abdülhamit ‘Tahtın kurusun’ diye anlaşılmasından korktuğu için ‘tahtakurusu’ sözcüğünü yasaklamış.   Bir hikâye de memleketime yakın bir köyden. “İzmir’e bağlı Bademler Köyü’ne gittiğinizde mezarlığı ziyaret etmeden ayrılmayın sakın” diyor Sunay Akın. Bir Alevi köyü olan Bademler’in Camisi olmadığı gibi, mezarlarındaki taşlarında da “ruhuna Fatiha” diye bir anımsatma bulunmuyor. Örneğin Arkeolog Musa Baran’ın mezar taşında “Dostlara merhaba, çocuklara selam” yazıyor. Mezar taşlarında, “Palet” “İmam” “Angarya Dayı” gibi adlara rastlayınca bir kat daha artıyor şaşkınlığı Sunay Akın’ın. Köyün muhtarı “Sunay Bey, biz mezar taşlarına orada yatan insanımızın hayattayken köyümüzün tiyatrosunda oynadığı roldeki adını yazarız” diye açıklama yapıyor ve köyün bir kütüphanesi ile tiyatrosunun olduğunun altını çiziyor. Hatta yönetmenliğini Metin Erksan’ın yaptığı “Susuz Yaz” filmi de bu güzel köyde çekilmiş. “Susuz Yaz”ı izlenecek filmler listeme alırken, bir İzmir ziyaretimde de mutlaka bu güzel köyü ziyaret etmem gerektiğini düşünüyorum.   Benim gibi Karşıyaka aşığı bir Karşıyakalının en mutlu olduğu şeydir binlerce kilometre ötede karşısına Karşıyaka ile ilgili satırların çıkması. Şiirine “Bitkilerin Aşkı” adını veren Erdoğan Çokduru edebiyatımızda çok tanınan bir şair değildir, ama onun bu dizelerinin yazıldığı bezler İzmir’in iki yakası arasında yıllardır yaşanılan sürtüşmeyi ortadan kaldırır düşüncesiyle, körfezde gidip gelen vapurların küpeştelerine asılmıştır;   Güzelyalı’da bir okaliptüs Bir palmiyeye vurulmuş Karşıyaka’dan Gelgelelim arada koskoca bir deniz Ah palmiye Ah okaliptüs   Karşıyaka bir şiirde daha karşımıza çıkar kitapta. Necati Cumalı’dır kibrit kutusunu bir oyuncak gemiye dönüştüren şair. Şiirdeki karşı kıyı da, İstanbul Boğazı’nın bir yakası değil, İzmir’in Karşıyaka’sıdır.   Ellerimi denize sokacağım. Sizin evin ışıklarını arayacağım karşı kıyıda Çıkarıp boş kibrit kutusunu Kayık yapıp bırakacağım Haydi kaptan, diyeceğim, uzaklaşsana   Basın – Yayın okuyan benim gibiler için içerisinde “basın” sözcüğü geçen her satır heyecanlandırır bizi hiç şüphesiz. İstanbul’daki Basın Müzesi’nde de bir koleksiyoncunun unutulmaya yüz tutan bir eseri koruma altındadır. Adı “Bab-ı Ali’nin Hatıra Defteri” olan bu eser, Reşid Halid Gönç imzasını taşır. Bu ad, genç okurumuza hiçbir şey anımsatmaz, ama yazarlar yerine yazarkasalar konulduğu için gazetelerdeki sayıları giderek azalan usta kalemler onu saygıyla anar, ayağa kalkarak ceketlerinin düğmesini ilikler” İstanbul da bir “basın müzesi” olduğunu bilmeyen kaç iletişim öğrencisinden biriyim bilmiyorum ama bu satırlardan hayıflanarak öğreniyorum ve İstanbul’a ilk gittiğimde bu ayıbımı kapatmak için “basın müzesini” ziyaret edeceğim sözünü veriyorum kendime.   Sunay Akın’ın “Kule Canbazı” kitabını okurken ben çok keyif aldım. Hani “hap gibi kitap” derler ya elinize aldığınızda birkaç gün içerisinde bitireceğiniz bir kitap. Umuyorum benim gibi bu notlardan etkilenen en az bir kişi çıkar da kitabı okur. Şimdiden keyifli okumalar diliyorum.   Deniz GEZGİNCİ denizgezginci@hotmail.com 
Bu hafta elime aldığım kitabın adı “Kule Canbazı” yazarı da “Bir yanı şiir, bir yanı düzyazı; hangisine düşse söz canbazı” olan çok sevdiğim şair Sunay Akın.

Okuduğum kitapları tarih sırasına göre yeniden düzenledim kütüphanemde. Geçmişten, günümüze yeniden okuyor, yeni notlar çıkarıyorum. Yirmi yıl önce okuduğum kitapların sayfalarını o gençlik halimle tertemiz bırakmışım neredeyse. Ya okuduklarımı anlamamışım ya da okuduklarıma anlam katamamış, sayfalara tek bir çizik bile atmamışım. Orta yaşlı halimle okuduğumda ise neredeyse her sayfada bir yerlerin altını çiziyorum, yüzüme eklenen çizgilerin de bunda etkisi var biliyorum.

 

Bu hafta elime aldığım kitabın adı “Kule Canbazı” yazarı da “Bir yanı şiir, bir yanı düzyazı; hangisine düşse söz canbazı” olan çok sevdiğim şair Sunay Akın.

 

Kitap 2004 yılında Çınar Yayınlarından piyasaya çıktı. Sunay Akın, tüm kitaplarında olduğu gibi araştırmacılığını ve hayal gücünü enfes bir şekilde ortaya koyarken, birbirinden farklı olayları daldan dala atlayarak yine birbirine çok güzel bağlamış.

 

Kitabın ismine bakıldığında sadece “Canbazlardan” bahsediliyor zannedilmesin. Sunay Akın oyuncaklardan,  İstanbul’a, Nazım’dan çirkin kral Yılmaz Güney’e kadar birçok hikâyeye yer veriyor kitabında.

 

Gelelim kitapta altını çizdiğim yerlere;

 

Özellikle Antalya’da yaşadığım yıllarda her hafta Karşıyakalılarla oynadığımız “Bowling” oyunu çıkıyor kitapta karşıma. Bowling, MS 400 yılında, Almanya’daki kiliselerin bahçelerinde oynanmaya başlayan “dinsiz öldürme oyunundan” başka bir şey değilmiş aslında. Bu törenlerde atıcı, bir kuka devirirse, yani bir dinsiz öldürürse ziyafetle ödüllendirilmekteymiş. Her başarılı atış, günahın bağışlandığı anlamına geliyormuş. Yok, eğer, top hedefini bulmazsa, atıcı, inancını biraz daha güçlendirmek için kiliseye girip dua ediyormuş.  Alman yazar Wolfgang Borchert’in bowlingle ilgili şu şiiri de ilgimi çekiyor kitapta;

 

Biz bowling oyuncuları
Ama gülleler de biziz
Devrilen kukalar da
Ve gümbür gümbür öten
Oyun yeri, yüreklerimiz.

 

Ve Sunay Akın, “Bowling” ile ilgili hikâyesini yine okuyucunun tüylerini diken diken eden şu ifadelerle bitiriyor; “İkinci Dünya Savaşı öncesinde, çocukları da görürüz bowling salonlarında; ama onlar, oynamak yerine kukaların yanında durmaktaydılar. Görevleri, devrilen kukaları dizmekti. 1946 yılında, otomatik dizme makinesi yapılana kadar kukalar, ‘pinboy’ adlı çocuklar tarafından hazırlanırdı yeni bir atışa. Çocuklar, dizdikleri kukaların üstünde bulunan sıraya oturduklarında, ayaklarının altından geçiyordu atılan toplar. Her şey savaş günlerinde olduğu gibiydi yani. ‘Büyükler kazanmak hırsıyla atış yaparken, küçük ayakların altında devriliyordu yaşam’  Ve çocuklara her seferinde, yıkılanları yapmak, yaşamı yeniden ayağa kaldırmak düşüyordu.

 

“Yazlık sinemaların arka duvarlarının diplerinde kesilmiş film parçaları toplamaya meraklı çocuklardık” diye başlıyor “Yılmaz Güney’in Gülen Yüzü” adlı hikâyesine Sunay Akın. “Ceplerimizde taşıdığımız mercekli, küçük film kutularından bir tanesini, Paris’in ünlü ‘Perla Şez’ mezarlığındaki bir kabrin üstünde bıraktım. O mezarda, güneşe tuttuğum oyuncak sinemanın merceğinden baktığımda, gülümseyen yüzünü görmeyi özlediğim Yılmaz Güney’in adı yazıyordu” diye bitiriyor hikâyeyi.  Yolum bir gün yeniden Paris’e düşerse ünlü Chemps-Elysees (Şanzelize) Caddesinden önce  “Perla Şez” mezarlığının yolunu tutacağım ve Yılmaz Güney’in mezarında Sunay Akın’ın küçük film kutusunu arayacağım. Aynı mezarlıkta yatan Ahmet Kaya’ya da bir selam çakarak “Hoşça kal iki gözüm, hoşça kal” diyerek mezarlıktan ayrılacağım.   

 

Sunay Akın hikâyelerinden birinde en sevdiğim şairlerden Orhan Veli’den bahsediyor. Orhan Veli’nin çocukluk arkadaşı Halim Şefik’ten dinlediği şu hikâyeyi anlatıyor; “Çok güzel uçurtma yaparmış Orhan Veli. Öyle ki, onun uçurtması hep en yükseğe çıkarmış. Halim Şefik, arkadaşı Orhan Veli’yi aramak için evden çıktığında, gökyüzüne bakarmış önce… Eğer o gün uçurtmalar bulutlarla oyun oynuyorlarsa en yüksekte olan uçurtmaya doğru yürürmüş. Bilirmiş ki, o uçurtmanın ipi Orhan Veli’nin ellerindedir.”

 

 Şairin uçurtma sevdasıyla “Macera” şiirinde karşılaşırız:

 

Bir uçurtma yaptım, telli duvaklı;
Kuyruğu ebemkuşağı renginde;
Bir salıverdim gökyüzüne;
Gökyüzünü gördüm.

 

Kitapta altını çizdiğim ve güleyim mi yoksa ağlayım mı diye bilemediğim bir ilginç bölümde şu oldu; “Osmanlı Padişahlarından 2. Abdülhamit ‘Tahtın kurusun’ diye anlaşılmasından korktuğu için ‘tahtakurusu’ sözcüğünü yasaklamış.

 

Bir hikâye de memleketime yakın bir köyden. “İzmir’e bağlı Bademler Köyü’ne gittiğinizde mezarlığı ziyaret etmeden ayrılmayın sakın” diyor Sunay Akın. Bir Alevi köyü olan Bademler’in Camisi olmadığı gibi, mezarlarındaki taşlarında da “ruhuna Fatiha” diye bir anımsatma bulunmuyor. Örneğin Arkeolog Musa Baran’ın mezar taşında “Dostlara merhaba, çocuklara selam” yazıyor. Mezar taşlarında, “Palet” “İmam” “Angarya Dayı” gibi adlara rastlayınca bir kat daha artıyor şaşkınlığı Sunay Akın’ın. Köyün muhtarı “Sunay Bey, biz mezar taşlarına orada yatan insanımızın hayattayken köyümüzün tiyatrosunda oynadığı roldeki adını yazarız” diye açıklama yapıyor ve köyün bir kütüphanesi ile tiyatrosunun olduğunun altını çiziyor. Hatta yönetmenliğini Metin Erksan’ın yaptığı “Susuz Yaz” filmi de bu güzel köyde çekilmiş. “Susuz Yaz”ı izlenecek filmler listeme alırken, bir İzmir ziyaretimde de mutlaka bu güzel köyü ziyaret etmem gerektiğini düşünüyorum.

 

Benim gibi Karşıyaka aşığı bir Karşıyakalının en mutlu olduğu şeydir binlerce kilometre ötede karşısına Karşıyaka ile ilgili satırların çıkması. Şiirine “Bitkilerin Aşkı” adını veren Erdoğan Çokduru edebiyatımızda çok tanınan bir şair değildir, ama onun bu dizelerinin yazıldığı bezler İzmir’in iki yakası arasında yıllardır yaşanılan sürtüşmeyi ortadan kaldırır düşüncesiyle, körfezde gidip gelen vapurların küpeştelerine asılmıştır;

 

Güzelyalı’da bir okaliptüs
Bir palmiyeye vurulmuş Karşıyaka’dan
Gelgelelim arada koskoca bir deniz
Ah palmiye
Ah okaliptüs

 

Karşıyaka bir şiirde daha karşımıza çıkar kitapta. Necati Cumalı’dır kibrit kutusunu bir oyuncak gemiye dönüştüren şair. Şiirdeki karşı kıyı da, İstanbul Boğazı’nın bir yakası değil, İzmir’in Karşıyaka’sıdır.

 

Ellerimi denize sokacağım.
Sizin evin ışıklarını arayacağım karşı kıyıda
Çıkarıp boş kibrit kutusunu
Kayık yapıp bırakacağım
Haydi kaptan, diyeceğim, uzaklaşsana

 

Basın – Yayın okuyan benim gibiler için içerisinde “basın” sözcüğü geçen her satır heyecanlandırır bizi hiç şüphesiz. İstanbul’daki Basın Müzesi’nde de bir koleksiyoncunun unutulmaya yüz tutan bir eseri koruma altındadır. Adı “Bab-ı Ali’nin Hatıra Defteri” olan bu eser, Reşid Halid Gönç imzasını taşır. Bu ad, genç okurumuza hiçbir şey anımsatmaz, ama yazarlar yerine yazarkasalar konulduğu için gazetelerdeki sayıları giderek azalan usta kalemler onu saygıyla anar, ayağa kalkarak ceketlerinin düğmesini ilikler” İstanbul da bir “basın müzesi” olduğunu bilmeyen kaç iletişim öğrencisinden biriyim bilmiyorum ama bu satırlardan hayıflanarak öğreniyorum ve İstanbul’a ilk gittiğimde bu ayıbımı kapatmak için “basın müzesini” ziyaret edeceğim sözünü veriyorum kendime.

 

Sunay Akın’ın “Kule Canbazı” kitabını okurken ben çok keyif aldım. Hani “hap gibi kitap” derler ya elinize aldığınızda birkaç gün içerisinde bitireceğiniz bir kitap. Umuyorum benim gibi bu notlardan etkilenen en az bir kişi çıkar da kitabı okur. Şimdiden keyifli okumalar diliyorum.

 

Deniz GEZGİNCİ
denizgezginci@hotmail.com 

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve munihinsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.