BİR HİKAYE: BABA YARISINDAN DAHA FAZLASI

Hayal meyal hatırlıyorum, ellerinde koca bir fındık çuvalı ile gelir, babaannemin evine neşe getirir sonra dönerlerdi. Bir süre Trabzon, bir süre Çanakkale’de yengemle birlikte zorunlu görev yapmışlardı. Dedim ya hayal, meyal hatırlıyorum. Bir gün evlerine misafirliğe gittiğimizde dolabın üstündeki küreyi – coğrafya derslerinden hatırlayacaksınız yuvarlak dünya – görüp oynamak istiyorum diye tutturduğumda almak için parmak uçlarında uzanmış, küreyi almış ama bana verirken yanlışlıkla ayağıma basmıştı. O sahne hiç aklımdan gitmez çünkü çok canım yanmıştı. Ağlamaya başladım…Sonra ne oldu biliyor musun? Sünnetimde bindiğim atın yularını tutarken, at onun ayağına basmış, intikamımı almıştı. Biliyorum çok canı yandı. Ama o amcaydı, ağlamadı, ağlayamazdı…

Bebeklik dönemim bitip çocukluk dönemine girdiğimde İzmir’e yerleşmişlerdi. Bizim eve gelir, teybe Zülfü Livaneli ve Ahmet Kaya kasetleri koyar. Bütün gün ablamlara bu şarkıları dinletirdi. Ben de ucundan kıyısından kulak misafiri olurdum. İlkokul üçüncü sınıfta, öğretmenlerin canı ders işlemek istemediği, öğrencileri tahtaya çağırıp şarkı söyletilen yıllarda. Bir gün sıra bana gelmişti. Arkadaşlarım İbrahim Tatlıses’ten “Allah Allah bu nasıl sevmek” şarkısını, Barış Manço’dan “Arkadaşım Eşek” şarkısını söylerken ben Ahmet Kaya’dan “Yorgun Demokrat”ı söylemeye başlayınca öğretmen şarkıyı yarıda kesmiş. “Oğlum kim öğretiyor sana bu yaşta bu şarkıları” diye sorduğunda. “Amcam” cevabını vermiştim. Kadıncağız şaşkın şaşkın “Yarın okula velin gelsin” diyebilmişti.

 “Bu çocuk okumayacak galiba” diyen ailem iş hayatını öğreneyim diye beni onun yanına çırak olarak verdi. O zamanlar İzmir’in çocuk üzerine üretim yapan en büyük kot toptancılarından biriydi.  Bakmayın dışarıdan öyle şeker gibi bir adam olduğuna, iş yerinde çok disiplinliydi. Bana az çektirmedi.

Hiç unutmuyorum yabancı sigaraların tezgâh altından satıldığı ve stokçuluk yapıldığı günlerde “Git bana uzun Marlboro sigarası al” dedi – O zamanlar 18 yaşından küçük çocuklara da alkol ve sigara satılıyordu – İzmir’in Ağustos sıcağının Çankaya’sında bir tekel bayiine gittim. Orada çalışan abi “Sigara yok, hiçbir yerde bulamazsın” dedi.  Tamam abi yoksa yok ne yapalım deyip aldım parayı dükkâna geri dönüp masasında oturan amcamın önüne bıraktım. Amcam şaşırdı. Bir bana baktı, bir paraya.

“Sigara nerde oğlum?” diye sordu. “Amca sigara yokmuş” dedim. “Bir yere sordun da mı geldin” dedi. “Evet, ama hiçbir yerde yokmuş” dedim. “Şimdi gideceksin ve o sigarayı bulmadan dükkâna gelmeyeceksin” dedi.

Biliyordum böyle şeyleri laf olsun diye söylemezdi. O sigarayı bulmadan gerçekten dükkâna dönemezdim. Bir yere sordum yok, iki yere, üç yere, dört yere. Hiçbir yerde sigara yok. Asfalttan dumanların çıktığı İzmir sıcağında akşama kadar ağlayarak sigara aradım. Ağladığımı gören bir büfe sahibi. “Abicim bu dönemde sigarayı normal büfelerde bulamazsın.  Alsancak’ta tekelin merkez satış yeri var ancak orda bulursun” dedi. Çankaya’dan Alsancak’a kadar yürüyüp sigarayı Tekel’in merkezinden aldım.  Dükkâna döndüğümde akşam olmuş, yüzüm gözüm ağlamaktan şişmiş, perişan bir haldeydim. Daha önce parayı koyduğum yere bu sefer sigarayı bıraktım. “Gördün mü bak isteyince buluyormuşsun” dedi. Yapmam gereken bir işi önüme çıkan ilk engelde bırakmamayı o gün öğrenmiştim. Hala iş hayatında ne zaman zorlansam, pes etmem, her yolu denerim.  O sigara aklıma gelir.

Hani hayat okulundan mezun oldum derler ya. Ben onun yanında yaptığım çıraklık ile hayat okulunu okumuştum. Hem de öğretmenim dünyanın en iyi eğitmeniydi. O zamanlar çocuk aklımla amcama çok kızıyordum ama şimdi neden öyle sert davrandığını çok iyi biliyorum. Çünkü iş hayatı acımasızdı, acımıyordu.

Gazeteciliğe ilk adımı attığımız dönemde, Karşıyaka Anadolu İletişim Meslek Lisesi’ne gittiğim yıllarda okulum bana staj yerimi İzmir’in yerel bir kanalı olan Kanal1 televizyonunda ayarlamıştı. Spor muhabiri olmayı çok istiyordum ama spor bölümü stajyerlerini almış, bana yer kalmamıştı. Beni kameramanların yanına verdiler. Bunu nerden duydu, nasıl duydu bilmiyorum “Olmaz öyle şey, sen muhabir olacaksın” diyerek ertesi sabah elimden tuttuğu gibi Milliyet gazetesine götürdü. “Eti sizin kemiği benim, bundan sonra ne yaparsanız yapın” diyerek oradaki gazeteci üstatlarıma beni teslim etti. Bir sene boyunca Milliyet gazetesinde çay taşıdım, muhabirlerin nasıl haber yazdığını izledim, karanlık odada film yıkadım ama bu meslekteki en büyük eğitimimi orada almıştım. Burada da hayatımdaki rolü çok büyüktü.

Ben amcamı yengemi kaybedene kadar hiç ağlarken görmemiştim. O bu dünyaya gülmek ve güldürmek için gelmişti. İlişkimiz amca – yeğenin çok ötesine geçti. Sırdaşım, arkadaşım, başımın her sıkıştığında yanımda olan, benimle sevinen, benimle üzülen amcam o benim.

Ve o amcamın bugün doğum günü.

Hani amca baba yarısıdır diyenler var ya, halt etmişler…

O benim için baba yarısından daha fazlası…

Deniz Gezginci
denizgezginci@hotmail.com