O GÜN BABAMLA İLGİLİ ANLATACAK BİR HİKAYEM YOKTU
“Eğer bir masanın başında oturduğunda arkadaşlarına anlattığın zaman ilgilerini çekecek, seni en azından yarım saat dinlemelerini sağlayacak kadar ilginç bir hikayen yoksa, hiç yazmamak daha iyi. Çünkü o yüzlerce sayfayı da kimse okumaz” diyordu “Edebiyat Mutluluktur” kitabında büyük usta Zülfü Livaneli.
Ben de arkadaş ortamlarında anlattığım ve anlattığımda masa başında oturan arkadaşlarımın ilgilerini çektiğini düşündüğüm – emin değilim çekmiş gibi yapıyor da olabilirler – küçük küçük hikayeler yazacağım. Bunu ustanın aksine siz okuyun diye de değil kendimi mutlu etmek için yapacağım. Çünkü biliyorum ben yazarken mutlu olacağım.
O zaman başlayalım. İlk hikayem yine babamla ilgili. Yine diyorum çünkü beni az çok tanıyanlar “Babamın Hikayesi” adı altında bir kitap yazdığımı, yakın zamanda babam ile yaptığımız Makedonya gezimizi “Babamın Doğduğu Topraklara Yolculuk” yazı dizisi haline getirdiğimi anımsayacaklardır. Babamla ilgili hikayeleri anlatmayı seviyorum, çünkü babamı da seviyorum. Şimdi babamla arkadaş gibiyiz ama itiraf edeyim çocukluk ve gençlik yıllarımda böyle değildik. Hikayemiz de aslında biraz böyle başlıyor. Onu o yıllarda çok iyi tanımamış olmamdan kaynaklanıyor. O zaman girizgahı kısa tutayım ve hikayemize başlayayım.
Efendim bizler semt çocuğuyuz. Hatta hem semt hem sahil çocuğuyuz. O kadar şanslıyız ki çocukluğumuz ve gençliğimiz dünyanın en güzel yerlerinden biri olan Karşıyaka sahilinde geçti. Arkadaşlığın, dostluğun, kardeşliğin, cankuşluğun - zira İzmir'de iyi arkadaşa cankuş denir - ne olduğunu o sahilde yaptığımız biralamacalarda öğrendik. Diyeceksiniz ki biralamaca ne demek? Anlatayım. Öncelikle de küçük bir itirafta bulunayım. Bira içmeye erken yaşta başladık. O yıllarda – cep telefonunun hayatımızda olmadığı yıllar- herkes okuluna, dershanesine, işine gider, akşam yemeğini evinde ailesi ile birlikte yer ve kimse kimseye sormadan, önceden anlaşmış gibi – ki anlaşmadan – mahallenin tekel bayisinden nevalelerini alıp – gözükmesin diye siyah torba içerisine konan, aslında herkesin o siyah torba içinde ne olduğunu bildiği soslu fıstık, çiğdem ve bira üçlemesi ile- sahile ya da sahile yakın bir parka gidilirdi. Biz arkadaşlarımızın geldiğini şişelerin şangırdamasından anlardık.
Yine böyle bir gün Bostanlı sahilinde biraları üçer beşer yuvarlarken adını şimdi hatırlamadığım bir arkadaşım babasının o gün yaşadığı bir olayı anlattı. Babasının bir adamla kavga ettiği, adamın ağzını burnunu dümdüz ettiği ile başlayan hikâye diğer arkadaşlarımın babalarının kahramanlık hikayeleri ile devam etti. Sıra bana geldiğinde ise benim anlatacak bir hikayem yoktu. Yoktu çünkü öğretmen babamı o güne kadar kimseyle kavga ederken görmemiştim. 15-16 yaşının verdiği ergenlikle bu duruma biraz içerlemiştim. Neden benim babamın böyle bir kahramanlık hikayesi yoktu? Soslu mısırın acısının dudaklarımı yakmasından mı yoksa o yaşın verdiği saçma bir kahramanlık arayışından mı bilinmez dudaklarımı ısıra ısıra eve geldim ve biraların etkisi ile hafif çakır keyifle, televizyonun karşısında her zamanki koltuğunda meyvesini yiyerek günün yorgunluğunu atan babamın karşısına dikildim – şimdi öyle dikildim yazdığıma bakmayın bu öyle bir dikilme değil zira babamın ters bir bakışı bile bizi kendimize getirmeye yeterdi. O konuşmaz ama gözleri çok şey söylerdi- Ve babama şu soruyu sordum;
Baba sen hayatında hiç kavga ettin mi? Etmedim oğlum. İnsan bu yaşına gelir de kavga etmez mi? İstemezse etmez oğlum. Şiddet güçsüz insanların baş vurduğu bir yoldur. Etmedim çünkü ben bugüne kadar bütün meselelerimi aklımı kullanarak çözdüm.O gün eğitimci babamın anlattıklarını biraz şaşkınlık biraz da hayretle dinlemiştim. Kırkını geçmiş bir insan nasıl olurdu da o yaşına kadar hiç kavga etmezdi. Ama 42 yaşında olan ben babamı şimdi çok daha iyi anladım. Çünkü bu yaşıma kadar hiçbir canlıya ne el kaldırdım ne de biriyle kavga ettim. Ve galiba babam yine haklıydı. Şiddet güçsüz insanların baş vurduğu bir yöntemdi. Ataların dediği gibi armutta dibine düşerdi. Bu hikâyede babasından şiddetle ilgili bir kahramanlık bekleyen armut ben, ağacı da babamdı. Çünkü babalar ağaç gibiydi, meyvesi olmasa da gölgesi yeterdi.
Deniz Gezginci
denizgezginci@hotmail.com