TÜRKLERDEN UZAK DUR DİYEN TÜRKLERE BU HİKÂYEYİ ANLATIYORUM

Almanya’ya benim gibi sonradan geldiyseniz -- otuz beşinden sonra- en çok duyacağınız laflardan biri “Aman kardeşim ne yap ne et Türklerden uzak dur” olur. Yok hayır bunu size bir Alman söylemez bunu size söyleyen yine bir Türk’tür. Hani özünden, geldiği yerden, kültüründen ya da büyüdüğü çevreden utanan kişiler için “Yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş” derler ya. İşte o hesap…

Bu cümleyi ne zaman duysam hem biraz sinirlenir, hemen de şunu söylerim. “Yapma birader, insanımıza karşı bu kadar da acımasız olma. Bak şu an başına bir şey gelse, kaza geçirsen, yere düşsen Almanların şaşkın bakışları arasında – burada Almanları kötülemek ya da küçümsemek için söylemiyorum. Sadece bu tip olaylarda bizim gibi hızlı tepki veremiyorlar, olağanüstü durumlara bizler gibi alışkın değiller- yanına yine bir Türk koşturacak, seni yerden kaldıracak eli yine bir Türk uzatacak” diyorum ve onlara şu hikâyeyi anlatıyorum.

Efendim beni az çok tanıyanlar Karşıyaka’ya, Karşıyaka Spor Kulübü’ne olan düşkünlüğümü ve az çok futbola ilgili kişiler de Karşıyaka – Göztepe arasındaki rekabetin ne boyutlarda olduğunu iyi bilirler.   Şimdi ne yaptın ne ettin konuyu yine Karşıyaka’ya getirdin dediğinizi duyar gibiyim ama ne yapalım hikayemizin yine Karşıyaka ile ilgisi var.

O zamanlar Antalya’da Magic Life Otelleri’nde Bilgi İşlem departmanında çalışıyorum – kendi mesleğim olan gazetecilikten hayatımı geçindirecek parayı hiç kazanamadığım için hep yan iş yapmak zorundayım- görevlerimden biri de otel personeline MS Office eğitimi vermek. O yıllarda TSYD (Türkiye Spor Yazarları Derneği) İzmir Şubesi tarafından her sezon öncesi takımların güçlerini ölçmek için TSYD maçları düzenleniyor. Bu maçlarda genelde ağustos ayına denk geliyor.

Yine öyle bir gün. İzmir’de Karşıyaka – Göztepe maçı var. Arkadaşlarım geceden hazırlıklara başlamışlar. Kafayı çeken “Hadi oğlum neredesin?” diye arıyor. Her gelen telefona “Antalya’dayım. Maça gelemiyorum, yarın iş var” diye cevap veriyorum ama içim gidiyor. Büyümek bu olsa gerek diye düşünüyorum. İş hayatı önceliklerinin önüne geçiyor. Ertesi güne – yani maç gününe – moralim bozuk uyanıyorum. İşe geldiğimde arkadaşlarım bir şeylerin ters gittiğini anlıyorlar. “Neyin var oğlum?” diye soranları “Bir şeyim yok, bugün Göztepe maçı var da ona gidemiyorum” diye geçiştiriyorum.

Hani bazı anlar vardır unutamazsınız ya. İşte o anlardan biri yaşanıyor ve içeriden müdürüm gelip arabanın anahtarını fırlatıyor. O refleksle anahtarı havada yakalıyorum ama ne için olduğuna anlam veremiyorum. Önce birbirimize bakıyoruz. “Sen Bodrum’daki otele eğitim vermeyecek miydin? Hadi bugünden yola çık önce İzmir’e maça gider ertesi gün de Bodrum’a eğitime geçersin” diyor.

Dünyalar benim oluyor. Yerimden fırladığım gibi eğitim vereceğim bilgisayarları- o zamanlar öyle ince LCD monitörler yok, CRT dediğimiz tüplü büyük monitörlerle çalışıyoruz- Volkswagen Caddy marka arabaya yüklüyorum. Arabanın arkası silme bilgisayar ve monitör dolu. Büyük bir heyecanla yola çıkıyorum. Çünkü İzmir Antalya 450 kilometre ve maça yetişmek için benim bu yolu en kısa sürede almam gerekiyor.

Panelvanın arkasına yüklediğim bilgisayarların gıcırtı sesleri ile yola çıkıyorum. Hayatımın en güzel Antalya – İzmir yolculuklarından biri olacak. Çünkü dün geceden beri maçta yanlarında olmamı isteyen arkadaşlarıma sürpriz yapacağım. Ve tabii tribün raconuna göre de böylesine önemli bir maçta takımımın yanında olacağım. Çünkü hiçbir Karşıyakalı Göztepe maçını kaçırmaz, kaçırmamalı. O yıllarda böyle düşünüyorum.

Bu heyecanla Korkuteli’nden Denizli’ye doğru ilerliyorum.  Akdeniz’den Ege bölgesine girdiğimde ise camları sonuna kadar açıp Ege’nin kokusunu ciğerlerime dolduruyorum. Aydın’a yaklaştıkça havanın sıcaklığı artıyor. Hani sıcaktan asfalttan duman çıkıyor derler ya. İşte ben o dumanı görüyorum.   

Böyle güzel başlayan hiçbir hikâye başladığı gibi güzel bitmez. İçinde karşılaşma ve çatışma olacak ki okuyucuda merak uyandırsın. Benim güzel başlayan bu hikayem de arabanın direksiyonunun kontrolünü bir anda kaybetmemle felakete dönüşmek üzere. Panikliyorum ve arabayı sağa çekiyorum. Olamaz. Sol arka tekerlek patlamış ve ben hayatımda o güne kadar elime kriko alıp lastik değiştirmiş adam değilim. Ne yapacağımı inanın hiç bilmiyorum. Arabanın içi bilgisayar dolu ve yedek lastik bagajda onlarca bilgisayar kasası ve monitörün altında. Hadi diyelim stepne ve krikoya ulaştım. Lastik nasıl değiştirilir hiç bilmiyorum ki. O sıcakta, yolun kenarında ne yapacağımı şaşırmış halde arabaya bakarken hayatım boyunca unutamayacağım ve yazarken hala gözlerimi dolduran o an yaşanıyor.

Beyaz bir Kartal önüme yanaşıyor. Arabadan kasketli, şişmanca, yakasını bağrını açmış, boynuna büyükçe bir mendil takmış, sıcaktan pancar gibi olmuş, bakar bakmaz Ege’nin köylüsü olduğu anlaşılan bir amca çıkıyor. İnanın aramızda hiçbir diyalog yaşanmıyor. Egeli amca o kadar tez canlı ki diyalog yaşanmasına izin dahi vermiyor.  Meramımı ve çaresizliğimi anlamış olacak ki 45 derece öğle güneşinin altında, sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz gibi birlikte arabayı boşaltmaya, bilgisayar ve monitörleri yoldan geçen diğer arabaların şaşkın bakışları arasında yolun kenarına dizmeye başlıyoruz. Egeli amca bagajın dibindeki stepneyi ve krikoyu alıyor. Bir yandan şapır şapır terliyor, bir yandan krikoyu takıyor, ara sıra mendiliyle terini siliyor, bijon anahtarı ile somunları tek tek söküyor. Takıyor, çıkarıyor, yapıyor. Ben son yıllarda moda olan, Ege’de çevrilen bir filmin baş rol oyuncusunu izler gibi onu izliyorum. Lastiği takıp, çıkarıp, bilgisayar ve monitörleri tekrar arabaya yükledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi “Hadi Allaha emanet ol evlat, yolun açık olsun” deyip beyaz kartalına atlayıp gidiyor.

Ben o beyaz kartalın arkasından bakarken “Bizim insanımız iyidir,  iyi” diyerek ve gözümden akan yaşları kendimden gizlemeye çalışarak yoluma devam ediyorum. Maça son dakika da olsa yetişiyorum. 

Ve bana “Türklerden uzak dur” diyen “Türklere” hep bu hikâyeyi anlatıyorum.

 

Deniz Gezginci
denizgezginci@hotmail.com