İSTANBUL’DA BİR ZÜRAFA – Sunay AKIN

Kitap 10.04.2020 - 07:22, Güncelleme: 01.12.2021 - 20:21 1710+ kez okundu.
 

İSTANBUL’DA BİR ZÜRAFA – Sunay AKIN

İsminde bir hayvan adı bulunan ve arka kapağında “Bir hayvanın dostluğunu yaşayan insan daha güçlü ve özgürdür diğerlerinden” ifadesi bulunan bir kitap, bir hayvan sever olan ben denizin ilgisini çekmek için yetmişti, artmıştı bile. Hele ki kitabın yazarı çok sevdiğim şair Sunay Akın olunca başladım kitapta altını çizdiğim notları sizlerle paylaşmaya…
Bundan yaklaşık 16 sene önce yani 2002 senesinde Antalya’da Magic Life Otelleri’nde çalışırken elime aldığım bu kitapta Sunay Akın, içersinde İstanbul’un tarihi boyunca gördüğü ilginç hayvanların hikâyesini anlatıyor. Bir İstanbul hayranı olan yazar, şiir cumhuriyeti yapmak istediği Kız Kulesi’nin 49 yıllığına özel bir işletmeye kafeterya ve satış merkezi olarak kiralanmasını bir türlü içine sindiremez ve şöyle der; “Eğer Kız Kulesinin kapısında da lüks otellerin, restoranların kapısında duran üniformalı görevliler duracaksa, ben diyorum ki o insanları 3. Kolordudan seçelim. Neden mi çünkü 3. Kolordunun simgesi Kız Kulesidir. Merkezi Maslak’ta bulunan bu ordu kurumunun kapısına gidip, Kız Kulesi menüsünde bulunan “Tekirdağ Köfte” ya da “Hamburger” siparişi vermek ne güzel olur değil mi? Kapıdaki görevli “Dalgamı geçiyorsunuz beyefendi?” diye sorunca söylenecek söz hazırdır; “Pardon ben sizi Kız Kulesi Lokantası’nın şubesi sanmıştım. Koskoca Kolordu’nun generalleri, ceketlerinin sol üst cebine taktıkları brövelerindeki kız kulesi resmiyle, tarihi eseri lokantaya çeviren şirketin reklamını yapıyorlar. Eee, bunun karşılığında da Kız Kulesi’nde “Kol böreği” satılmazsa ayıp olur”   “Yol kenarındaki mazgalları kumbara sanıp bozuk para atardım. İşte bu nedenden dolayı en çok denizden alacaklıyım” der şair denize olan sevdasını vurgularken. Ve okuyucuya sorar; “Hiç düşündünüz mü; denizkızı var da, neden deniz erkeği yok?”  Yanıtı çok basit: Çünkü denizcilerin hepsi erkektir.   Denizin içinde gelin gibi süzülen Kız Kulesinin ardından da gözyaşı döker Sunay Akın. Ona göre esas gözyaşı dökülmesi gereken de Kız Kulesi’nin kaybolan kapısıdır. Kuleyi 49 yıllığına “kafeterya ve satış merkezi” yapmak üzere kiralayan şirket, tarihi eserin Marmara Denizi’ne bakan Güney cephesindeki kapısını, sözde onarım çalışmaları sırasında yok etmiştir”   Kız Kulesi sinema tarihimizde de pek çok filme ev sahipliği yapmıştır. Kız Kulesi’ni konu alan 1923 yılında Muhsin Ertuğrul’un çektiği ilk filmde, kuledeki fener bekçisinin öldürmek zorunda kaldığı, kuduz olan oğludur.  Kız Kulesini uzun bir süre sokak köpekleri korumuştur. “Zincirlenmiş köpekler mülkün en keskin koruyucularıdır. İlk ısırdıkları da onları zincirden kurtaranlardır” der yazar kitabında.    Sunay Akın kitapta Zürafa’dan, köpeklere kadar birçok hayvana yer verir. Ve bu hayvanlardan bir tanesi de faredir. Erich Fried’in mısralarında fare devrimcileri işte bu dörtlükle yüreklendirir;   Fare, Fare kapanında Ölü bir kedi Gördüğünden bu yana Devrim planları yapmakta!   Kitapta ilgimi çeken başka bir hikâye de bir satranç ustasına ait; “Gelmiş geçmiş satranç oyuncuları arasında en ilginci Bobby Fischer’dır. 1943 yılında doğar Fischer, on beş yaşında tüm dünyaya kabul ettirir ustalığını. Fischer, cezaevlerine giderek mahkûmlarla oynar satrancı. Bu oyunlar sonrasında, düşünmeye en çok zaman ayıran insanlar sayesinde ustalaştığını söyleyecektir”   İçerisinde tanıdığınız bir yazarın hikâyesi olur da o hikâyeye kayıtsız kalabilir misiniz? Kitapta altını çizdiğim yerlerden biri de şöyle;  Karısına yazdığı bir mektupta “Bu kalın ve sessiz duvarlar ki benim için bir sinema perdesidir” diyen mahkûm, Hasan Tahsin ile ilgili bilgiler ister arkadaşlarından. Özgürlüğüne kavuştuğunda, Antiemperyalist gazetecinin yaşamını konu alan filmini mutlaka çekecek, Hasan Tahsin rolünü de kendi oynayacaktır. Senaryoya katkıda bulunan Yaşar Aksoy ile mahkûm arasındaki bağlantı Altan Yalçın tarafından kurulur. Filmde, 12 Mayıs günü Pire Limanından İzmir’e doğru hareket eden Yunan donanmasında dağıtılan bildiri de sunulacaktır izleyiciye. Söz konusu “anti işgalci direniş bildirisini dağıtan Yunan Komünist Partisi üyesi denizciler, gemiler sefer halindeyken kurulan askeri mahkemede yargılanmış ve donanma Çatalkaya önlerinden İzmir’e girerken cesetleri denize atılmıştır. Sahi, bizler, ülkemizin işgal edilmemesi için canlarını veren o Yunan Denizcileri neden anmayız?   Hapishane kapısında bekleyen ve İsmail Besim Paşa’nın torunu olan kadının adı Fatoş, mahkûmun adı ise Yılmaz Güney’dir. Filmin sonu mu? Yaşar Aksoy’dan dinliyoruz; “İstanbul’da, senaryo öncesi tüm hazırlıklar bitirildi diye duydum. Ardından Yılmaz Güney yurtdışına kaçtı. Altan’la ilişkimiz koptu. Sonra Altan’da vefat etti. Yılmaz Güney’in benimle dolaylı ilişkisini bilen başka kimse yoktu. Güney film bu arada galiba eridi gitti. Yıllar sonra konuştuğum Yılmaz Güney’in yakın arkadaşlarından yazar Hakkı Gümüştaş, Güney Film’de Hasan Tahsin ile ilgili tüm araştırmaların ve dokümanların ilgisizlik yüzünden heba olup gittiğini söyledi. Sonra da Yılmaz öldü” diyecektir Yaşar ağabey. Yaşar ağabey diyorum çünkü “Karşıyaka ve Kaf Sin Kaf” tarihi kitabının yazarı da olan değerli ağabeyim benim yazarlık serüvenimde de bana çok büyük katkılar sağlamıştır. Bu yazı sayesinde kendisine buradan bir kez daha saygılar gönderiyor, bir büyük usta Yılmaz Güney’in Fransa Pere Lachaise mezarlığında yer alan mezarını ziyaret etmeyi de hayatımda yapılacaklar listesine kaydediyorum.   Dönelim “İstanbul’da Bir Zürafa” ya. Kitapta altını çizdiğim bir ilginç hikâye de; “Graham Bell, mucidi olduğu ilk telefon hattını sevgilisinin evine çeker. Zaten muhteremin derdi keşif yaparak tarihe geçmek değil, sevgilisinin sesini duymaktır. Her telefon açışta sevgilisinin adını söylemek zordur. Çünkü oldukça uzun bir adı vardır kadının: “Alessandra Lolita Oswaldo” Graham Bell zamanla, kadının adının ilk hecelerini söylemeye başlar: “Ale Lol Os” Ve bu söylem bir süre sonra daha da kısalır: “ALO”   Kitapta Nazım Hikmet ile ilgili bölüm olur da altını çizmez miyim?  Bu hikâyeyi birkaç farklı kaynaktan farklı şekilde okumuştum ama Sunay Akın’ın kitabından da aynen aktarmak isterim;  “Nazım Hikmet, bir yemek davetine katıldığı Atatürk’ün kendisinden sofrada şiir okumasını istemesi üzerine; “Ben denizkızı Eftalya değilim” diyerek terk eder salonu. Bunun üzerine Atatürk, şunları söyler ardından: “Sofradaki en güzel adamı kızdırdık”   Arka kapağında yer alan ve hayvanlarla ilgili bir söz ile başlayan notlarımı yine kitapta yer alan hayvanlarla ilgili bir sözle bitirmek istiyorum,   “İnsanın bu dünyada korkması gereken tek hayvan insandır”   Sunay Akın’ın Çınar Yayınlarından çıkan “İstanbul’da Bir Zürafa” kitabını bulup okumanızı şiddetle tavsiye ederim.   Deniz GEZGİNCİ denizgezginci@hotmail.com
İsminde bir hayvan adı bulunan ve arka kapağında “Bir hayvanın dostluğunu yaşayan insan daha güçlü ve özgürdür diğerlerinden” ifadesi bulunan bir kitap, bir hayvan sever olan ben denizin ilgisini çekmek için yetmişti, artmıştı bile. Hele ki kitabın yazarı çok sevdiğim şair Sunay Akın olunca başladım kitapta altını çizdiğim notları sizlerle paylaşmaya…

Bundan yaklaşık 16 sene önce yani 2002 senesinde Antalya’da Magic Life Otelleri’nde çalışırken elime aldığım bu kitapta Sunay Akın, içersinde İstanbul’un tarihi boyunca gördüğü ilginç hayvanların hikâyesini anlatıyor. Bir İstanbul hayranı olan yazar, şiir cumhuriyeti yapmak istediği Kız Kulesi’nin 49 yıllığına özel bir işletmeye kafeterya ve satış merkezi olarak kiralanmasını bir türlü içine sindiremez ve şöyle der; “Eğer Kız Kulesinin kapısında da lüks otellerin, restoranların kapısında duran üniformalı görevliler duracaksa, ben diyorum ki o insanları 3. Kolordudan seçelim. Neden mi çünkü 3. Kolordunun simgesi Kız Kulesidir. Merkezi Maslak’ta bulunan bu ordu kurumunun kapısına gidip, Kız Kulesi menüsünde bulunan “Tekirdağ Köfte” ya da “Hamburger” siparişi vermek ne güzel olur değil mi? Kapıdaki görevli “Dalgamı geçiyorsunuz beyefendi?” diye sorunca söylenecek söz hazırdır; “Pardon ben sizi Kız Kulesi Lokantası’nın şubesi sanmıştım. Koskoca Kolordu’nun generalleri, ceketlerinin sol üst cebine taktıkları brövelerindeki kız kulesi resmiyle, tarihi eseri lokantaya çeviren şirketin reklamını yapıyorlar. Eee, bunun karşılığında da Kız Kulesi’nde “Kol böreği” satılmazsa ayıp olur”

 

“Yol kenarındaki mazgalları kumbara sanıp bozuk para atardım. İşte bu nedenden dolayı en çok denizden alacaklıyım” der şair denize olan sevdasını vurgularken. Ve okuyucuya sorar; “Hiç düşündünüz mü; denizkızı var da, neden deniz erkeği yok?”  Yanıtı çok basit: Çünkü denizcilerin hepsi erkektir.

 

Denizin içinde gelin gibi süzülen Kız Kulesinin ardından da gözyaşı döker Sunay Akın. Ona göre esas gözyaşı dökülmesi gereken de Kız Kulesi’nin kaybolan kapısıdır. Kuleyi 49 yıllığına “kafeterya ve satış merkezi” yapmak üzere kiralayan şirket, tarihi eserin Marmara Denizi’ne bakan Güney cephesindeki kapısını, sözde onarım çalışmaları sırasında yok etmiştir”

 

Kız Kulesi sinema tarihimizde de pek çok filme ev sahipliği yapmıştır. Kız Kulesi’ni konu alan 1923 yılında Muhsin Ertuğrul’un çektiği ilk filmde, kuledeki fener bekçisinin öldürmek zorunda kaldığı, kuduz olan oğludur.  Kız Kulesini uzun bir süre sokak köpekleri korumuştur. “Zincirlenmiş köpekler mülkün en keskin koruyucularıdır. İlk ısırdıkları da onları zincirden kurtaranlardır” der yazar kitabında. 

 

Sunay Akın kitapta Zürafa’dan, köpeklere kadar birçok hayvana yer verir. Ve bu hayvanlardan bir tanesi de faredir. Erich Fried’in mısralarında fare devrimcileri işte bu dörtlükle yüreklendirir;

 

Fare,
Fare kapanında
Ölü bir kedi
Gördüğünden bu yana
Devrim planları yapmakta!

 

Kitapta ilgimi çeken başka bir hikâye de bir satranç ustasına ait; “Gelmiş geçmiş satranç oyuncuları arasında en ilginci Bobby Fischer’dır. 1943 yılında doğar Fischer, on beş yaşında tüm dünyaya kabul ettirir ustalığını. Fischer, cezaevlerine giderek mahkûmlarla oynar satrancı. Bu oyunlar sonrasında, düşünmeye en çok zaman ayıran insanlar sayesinde ustalaştığını söyleyecektir”

 

İçerisinde tanıdığınız bir yazarın hikâyesi olur da o hikâyeye kayıtsız kalabilir misiniz? Kitapta altını çizdiğim yerlerden biri de şöyle;  Karısına yazdığı bir mektupta “Bu kalın ve sessiz duvarlar ki benim için bir sinema perdesidir” diyen mahkûm, Hasan Tahsin ile ilgili bilgiler ister arkadaşlarından. Özgürlüğüne kavuştuğunda, Antiemperyalist gazetecinin yaşamını konu alan filmini mutlaka çekecek, Hasan Tahsin rolünü de kendi oynayacaktır. Senaryoya katkıda bulunan Yaşar Aksoy ile mahkûm arasındaki bağlantı Altan Yalçın tarafından kurulur. Filmde, 12 Mayıs günü Pire Limanından İzmir’e doğru hareket eden Yunan donanmasında dağıtılan bildiri de sunulacaktır izleyiciye. Söz konusu “anti işgalci direniş bildirisini dağıtan Yunan Komünist Partisi üyesi denizciler, gemiler sefer halindeyken kurulan askeri mahkemede yargılanmış ve donanma Çatalkaya önlerinden İzmir’e girerken cesetleri denize atılmıştır. Sahi, bizler, ülkemizin işgal edilmemesi için canlarını veren o Yunan Denizcileri neden anmayız?

 

Hapishane kapısında bekleyen ve İsmail Besim Paşa’nın torunu olan kadının adı Fatoş, mahkûmun adı ise Yılmaz Güney’dir. Filmin sonu mu? Yaşar Aksoy’dan dinliyoruz; “İstanbul’da, senaryo öncesi tüm hazırlıklar bitirildi diye duydum. Ardından Yılmaz Güney yurtdışına kaçtı. Altan’la ilişkimiz koptu. Sonra Altan’da vefat etti. Yılmaz Güney’in benimle dolaylı ilişkisini bilen başka kimse yoktu. Güney film bu arada galiba eridi gitti. Yıllar sonra konuştuğum Yılmaz Güney’in yakın arkadaşlarından yazar Hakkı Gümüştaş, Güney Film’de Hasan Tahsin ile ilgili tüm araştırmaların ve dokümanların ilgisizlik yüzünden heba olup gittiğini söyledi. Sonra da Yılmaz öldü” diyecektir Yaşar ağabey. Yaşar ağabey diyorum çünkü “Karşıyaka ve Kaf Sin Kaf” tarihi kitabının yazarı da olan değerli ağabeyim benim yazarlık serüvenimde de bana çok büyük katkılar sağlamıştır. Bu yazı sayesinde kendisine buradan bir kez daha saygılar gönderiyor, bir büyük usta Yılmaz Güney’in Fransa Pere Lachaise mezarlığında yer alan mezarını ziyaret etmeyi de hayatımda yapılacaklar listesine kaydediyorum.

 

Dönelim “İstanbul’da Bir Zürafa” ya. Kitapta altını çizdiğim bir ilginç hikâye de; “Graham Bell, mucidi olduğu ilk telefon hattını sevgilisinin evine çeker. Zaten muhteremin derdi keşif yaparak tarihe geçmek değil, sevgilisinin sesini duymaktır. Her telefon açışta sevgilisinin adını söylemek zordur. Çünkü oldukça uzun bir adı vardır kadının: “Alessandra Lolita Oswaldo” Graham Bell zamanla, kadının adının ilk hecelerini söylemeye başlar: “Ale Lol Os” Ve bu söylem bir süre sonra daha da kısalır: “ALO”

 

Kitapta Nazım Hikmet ile ilgili bölüm olur da altını çizmez miyim?  Bu hikâyeyi birkaç farklı kaynaktan farklı şekilde okumuştum ama Sunay Akın’ın kitabından da aynen aktarmak isterim;  “Nazım Hikmet, bir yemek davetine katıldığı Atatürk’ün kendisinden sofrada şiir okumasını istemesi üzerine; “Ben denizkızı Eftalya değilim” diyerek terk eder salonu. Bunun üzerine Atatürk, şunları söyler ardından: “Sofradaki en güzel adamı kızdırdık”

 

Arka kapağında yer alan ve hayvanlarla ilgili bir söz ile başlayan notlarımı yine kitapta yer alan hayvanlarla ilgili bir sözle bitirmek istiyorum,

 

“İnsanın bu dünyada korkması gereken tek hayvan insandır”

 

Sunay Akın’ın Çınar Yayınlarından çıkan “İstanbul’da Bir Zürafa” kitabını bulup okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

 

Deniz GEZGİNCİ
denizgezginci@hotmail.com

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve munihinsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.