MUTLULUK – Zülfü Livaneli

Kitap 11.04.2020 - 00:05, Güncelleme: 01.12.2021 - 20:21 5079+ kez okundu.
 

MUTLULUK – Zülfü Livaneli

Bu yazımda “Mutluluk” kitabı ve filminden aldığım notları sizlerle paylaşacağım. Baştan uyarayım yazı biraz uzun olacak. “Başlamak, bitirmenin yarısıdır” diyelim ve yazıya başlayalım. Ben sonuna kadar yazacağım, siz isterseniz sıkıldığınız yerde okumayı bırakırsınız.
- Horozlar neden ötmüyor bibi? - Horozlar hep öter kimi duyar kimi duymaz kızım. - Ben artık duymuyorum bibi. - Sabah olmasını istemiyorsun da ondan yavrum.   “Ben sevdim, senin de sevmen dileğiyle” diye not düşmüş kapağına hediye eden arkadaşım. Ama notun altına ismini yazmayı unutmuş ya da bilerek yazmamış. “Tarihe not bırakmak istememiş” demek ki. Hâlbuki ben okuduğum her kitaba kendimle ilgili bir iz bırakırım.  Zülfü Livaneli’nin bir başyapıtı olarak gösterilen “Mutluluk” (Délivrance) kitabını ilk olarak 2007 senesinin Mart ayında Antalya’da okumuşum. Yine o yılların vermiş olduğu acemilik ile üzerine hiçbir not düşmediğim kitabı on üç sene sonra Korona virüsü nedeni ile - karantina günleri altında -  yeniden elime aldığımda bir çırpıda okudum.  Kitabın giriş sayfasına da “İyiyim, neyse ki virüs kardeş ile henüz tanışmadık” notunu da iliştirmeyi unutmadım.   Bu yazımda “Mutluluk” kitabı ve filminden aldığım notları sizlerle paylaşacağım. Baştan uyarayım yazı biraz uzun olacak. “Başlamak,  bitirmenin yarısıdır” diyelim ve yazıya başlayalım. Ben sonuna kadar yazacağım, siz isterseniz sıkıldığınız yerde okumayı bırakırsınız.      Zülfü Livaneli’nin 2002 yılında Remzi Kitabevi’nden çıkan kitabı “Mutluluk”,  hem bir dönem romanı; hem kentiyle kasabasıyla, İstanbul’u ve Ege’siyle bugünkü Türkiye’nin tanığı, hem de anlattığı kişilerin psikolojik derinliklerine ulaşan bir başyapıt. Harika kurgusuyla heyecanlı ve sürükleyici bir macera romanı değil yalnızca; gelenek ve modernlik, tarih ve bellek yitimi, din ve laiklik arasında bölünmüş Türk toplumu üzerine son derece güçlü bir analiz.   Tecavüze uğradığı için ailesinin gözünden düşen saf genç kız Meryem; askerlik deneyiminden büyük bir psikolojik darbe alarak çıkmış olan ve Meryem'i öldürmekle görevlendirilen kuzeni Cemal ve bu ikilinin ülkeyi kat eden seyahatleri sırasında arkadaş oldukları, materyalist yaşamından bıkarak amaçsızca denize açılmış olan profesör irfan Kurdakul.     Töre cinayeti, Kürtler, Ermeniler, Alevilerin yaşadığı sorunlar fundamentalist (Köktendincilik), şovenizm, feodalizm, apolitik birey bunalımı, başörtü sorunu, PKK terörü, İslami terör gibi günümüz Türkiye’sinden birçok konuyu gerçekçi karakterlerle ve güzel bir kurguyla birbirine bağlamış Livaneli usta. Felsefi ve siyasi sorgulamalarını çok iyi bir biçimde karakterlerinin psikolojilerine yedirmiş.     Uzun olacağını belirtmiştim. Buraya kadar okuduklarınız kitabın sadece girizgâhıydı. Bundan sonrasına kitabın kahramanları Meryem, Cemal ve Profesör İrfan Kurdakul’u ayrı ayrı ele alarak devam edeceğim.   Meryem…    Kitap Van gölünün kenarında yaşanan bir tecavüz ile başlıyor. Anadolu’da aile içi taciz çok yaygındır; kızlar utanıp sıkıldıkları için bunlardan ancak binde biri mahkemeye intikal eder. Oğlan evlenir, askere gider, kayınpederi gelinin başına çöker. Amcalar, enişteler, dayılar genç kızların ırzına geçer. Fatura da hep genç kızlara ödetilir. Ya intihara zorlanırlar ya da öldürülürler.   Zümrüdü Anka kuşunu görüyordu Meryem kapatıldığı izbelikte. Sonra kuşun başı bir insan başı oldu; kara kıllarla kaplı bir insan başı. Meryem kara sakallı amcasını tanıdı. “Kopardığın parçaları bana verir misin amca?” dedi. Başına o iş geldiği ve günah yeri acıdığı günden beri babasını hiç görmemişti. Zaten sesi sedası pek çıkmazdı adamın. Evin içinde amcasının hükmü geçtiği için onun yanında kimse konuşamazdı. Amcasını, sadece o evde, o kasabada değil her yerde sayarlardı. Bu sert, öfkeli ve herkesi korkutan amca onlara Kuranıkerim’den ayetler okur, peygamberin hadislerinden söz edip günlük hayatlarında yol gösterirdi. Her şey evin reisi olan amcasının kararına bağlıydı.   Amcası kararını verdi. Meryem’in ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ya intihar edecek ya da İstanbul’a gönderilip öldürülecekti. İntihar ederse kimseyi uğraştırmamış olacaktı. Onun intihar haberini alır almaz herkes yine gündelik işine gücüne dönecekti; çocuklar neşeyle koşturup çember çevirecek, patlak çamur oyunu oynayacak, büyükler alışverişlerine, ibadetlerine, kısacası normal hayatlarına döneceklerdi.   Ancak kalın halattan yapılma ilmiği boynuna geçirmek o kadar kolay değildi. Meryem bunu birkaç kere denedi ancak yapamadı. İki seçeneği vardı zavallının. Ya kendisine tecavüzü edenin hacı, hoca geçinen amcası olduğunu söyleyecek –ki muhtemelen bunu söylediğinde de kimse inanmayacaktı- ya da amcaoğlu tarafından İstanbul’a gönderilerek orada öldürülecekti.   Dağın ardını İstanbul sanan Meryem canına kıyamayınca,  askerliğini komando olarak yapmış amcaoğlu Cemal tarafından öldürülmesi için yola koyuldular. Ve çocukluklarında sokakta oyunlar oynayan kuzenlerin yolları yıllar sonra bir kez daha kesişmiş oldu. Hem de kuralları çok acımasız olan bir oyun için!   Cemal…   Askerlik haricinde köyünden dışarı çıkmamış olan Cemal, güçlü fiziği ile askerde komando olarak kendini belki de ilk defa önemli biri gibi hmişti. PKK ile mücadelenin tam ortasında görev yapmış, birçok kez operasyonlara katılmıştı.   Ölümlere, ölülere, cesetlere çok alışmıştı. O değil miydi en yakın arkadaşı Abdullah mayına basıp ayağı koptuğunda gelen helikoptere önce arkadaşının bedenini daha sonra da kopuk bacağını fırlatan. Hâlbuki Cemal, o kopuk, kanlı ayağı tutup helikoptere fırlattığının farkında bile değildi. Kendiliğinden yapmıştı bunu. Normal zamanda o ayağa değil dokunmak, bakması bile zordu ama demek ki koşullar insanlara en olmadık şeyleri bile yaptırıyordu. Ama o günden sonra, göğsünde bir naylon torba taşımaya başladı. Bir daha bir arkadaşı mayına basarsa, parçalarını bu torbaya koyacaktı. Herkesin de böyle bir torbası olduğunu biliyordu.   Tek isteği biran evvel askerliğini bitirip köyde onu bekleyen Emine’sine kavuşmaktı. Nerden bilebilirdi ki babasının öz kuzenini öldürmesini isteyeceğini. Askerde öldürmeye alışmıştı ama bu öyle bir şey değildi. Bu işten kurtulmasının tek yolu Meryem’in bu işi kimin yaptığını söylemesiydi. Bir umutla “Söyle bu melaneti kim yaptı sana?” diye bağırdı. Bu soru üzerine Meryem sustu, gözleri ve yüzü gölgelendi, bakışlarını yere çevirdi ve hiç konuşmadı. Konuşsaydı da ne olacaktı ki, ne değişecekti?   Cemal’in suskunlukları, Meryem’in yedi tepeli şehrin dağın arkasında olmadığı şaşkınlığı ile geçen tren yolculuğunun ardından nihayet İstanbul’a varmışlardı. Kitabın bana göre en hüzünlü sahnelerinden biri Cemal’in Meryem’i uçurumdan atmak üzere olduğu Viyadükte geçen sahneydi.   Kelime-i şahadet getir diye bağırdı Cemal! Meryem,  çıkan sesin cesaret yüklü tonuna ve sükûnetine kendisi de şaşırarak; “Cemal abi, eski günlerimizin hatırına senden son bir şey diliyorum. Ne olur gözlerimi bağla. Aşağı uçarken, kayaların bana doğru geldiğini görmeyeyim. Uçurum beni hep çok korkutur, rüyalarıma girer. Bunun için kurban olayım gözlerimi bağla. Kayaları görmeyeyim” dedi   Cemal, onu itmek için iyice yaklaşmış durumda Meryem’in ince, narin boynundan aşağı süzülen bir ter damlasını gördü ve “ecel teri” diye düşündü. Berrak, düzgün, bir yağmur damlasına benzeyen saydam ter; narin boyun kavisinden aşağı aktı gitti. Ve yapamadı. Öz kuzenini öldüremedi ve bu yapamamazlıktan sonra Meryem ile Cemal’in yolculuk serüveni engin denizlere yelken açtı.   Profesör İrfan Kurdakul…   O sıralarda kendine ve herkese yabancılaştığını düşünen ve kendi metonayasını (kendinin ötesine geçmek, kendini aşmak, kendi olmaktan çıkmak) yaratmak isteyen ünlü Profesör İrfan Kurdakul da her şeyi bırakıp engin denizlere yelken açmak istiyordu. “Engin denizlere yelken açmak” profesör için sadece bir deyim değil, en iyi arkadaşı Hidayet’in yaptığı gibi uzun zamandır gerçekleştirmeyi istediği bir hayaldi.   Yazar Zülfü Livaneli İrfan Kurdakul karakterinde sanki kendini anlatıyor, sabahları Jean Pierre Rampal’ın müziği ile uyanıyor. Eric Satie’nin Gnosien’ini dinliyor. Kaliteli şaraplar içiyor ve kendi entelektüel kişiliğini ortaya koyuyordu. Dürüst olmak gerekirse romanı okuyan ben de kırklı yaşlarımda en çok profesörün hikâyesinden etkileniyor, zihnimde “ben nasıl kendi metonayamı yaratırım?” diye düşünüyordum.   “Nihilist bir dönemden geçiyoruz; sadece ben ve çevrem değil, herkes böyle. Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor; daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil. Tarifi yok; dolayısıyla toplumun mitolojisi ve ideali de yok. Bu yüzden bir nehrin suları bizi önüne katmış götürüyor. İnsanlar akıntıdan kurtulmak için kıyıdan sarkan dallara tutunmaya çalışıyorlar. Kimi din dalına tutunuyor, kimi milliyetçilik, kimi kürtçülük kimi ise nihilizme gömülüyor” diyerek hayatı sorguluyordu profesör.   Ve karar vermişti. Eşini, kariyerini, işini, evini… Her şeyini bir kenara bırakıp kendi yolculuğuna çıkacaktı. Ama önce yapması gereken önemli bir şey vardı. Utancından anne ve babasını düğününe çağırmamış, babasının cenazesine bile gitmemişti. Annesinden helallik almak için çıktığı yolda uçak, İzmir Adnan Menderes Havaalanı üzerinde alçalmaya başlayınca, otuz yıl önce çıktığı bu şehrin de kendisi gibi değiştiğini ve belki de yine kendisi gibi çocuksu saflığını yitirdiğini düşündü. İzmir yavaş yavaş bir Ege kenti havasından çıkıyor ve Anadolu’nun çileli tarihinin kemirdiği, yaldızları dökülen eski bir ikona gibi çirkinleşiyordu. Havaalanından bindiği taksi ile annesinin Karşıyaka’daki dar sokakta, oturduğu bakımsız apartmandaki evine gitti. (İtiraf etmeliyim ki kitaptaki bu bölümün altını olay sadece Karşıyaka’da geçiyor diye çizdim, yoksa çok önemli bir ayrıntı değildi)   Acaba insan kendisinin hayatını değiştirirken başkalarının hayatını da hükmedebilir miydi? Ya da kendi hayatını, başkalarının hayatını değiştirme yoluyla değiştirebilir miydi? Profesör kendine bu soruları sorarken yolu Meryem ve Cemal ile kesişti ve kendini daha önce kitaplarda okuduğu, haberlerde dinlediği bir töre cinayeti hikâyesinin içerisinde buluverdi.   Gelelim filme…   Mutluluk, 2007 yılının Mart ayında Abdullah Oğuz’un yönetmenliğinde beyaz perdeye taşındı. Talat Bulut, Özgü Namal ve Murat Han’ın başrollerini paylaştığı filmde ne yazık ki kitapta yer alan siyasi alt metinlere pek girilmemiş. Kitapta Türkiye’nin o günkü şartlarında birçok sorunu ele alınırken filmde sadece “töre cinayeti” ekseninde kalınmış   Senarist, kimi önemli sahneleri filme koymayarak kurguyu topallaştırdığı gibi, araya sokuşturulan ve yeterince zaman ayrılamadığı için havada kalmış gibi duran kimi sahnelerle yer yer hikâyeyi güçsüzleştirmiş.   Yine de benim gibi Ege’ye ve koylarına âşık bir izleyicisi, fanatik bir Livaneli dinleyicisi için müthiş manzaralar ve kullanılan ezgiler büyüleyiciydi.     Kitabı okumayanlar ve filmi izlemeyenler için hikâyenin sonunu yazmayacağım ama benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü kitaptaki son ile filmdeki son çok farklı bitiyor. Bu kadar ödül almış, topluma mal olmuş bir kitabın sonunun beyaz perdeye bu kadar farklı yansıtılması üstat Zülfü Livaneli’nin nasıl içine sindi ya da buna nasıl razı geldi ben anlayamadım doğrusu.   Yazının başında sizleri uzun bir yazı olacak diye uyarmıştım. Yazı düşündüğümden “bi tık” daha uzun oldu itiraf etmeliyim. Bu satırlara kadar bana eşlik eden özellikle “sana” teşekkür ederim. Mutluluk kitabını okumadıysanız okumanızı ve ardından izlemediyseniz filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.   Kitapta hoşuma giden ya da daha önce duymadığım kelimeler ve deyimler…   Bibi: Hala İğdiş etmek:  Hayvanların erkekliğini köreltmek, kısırlaştırmak. (Aşina dünyanın kendisine mutluluk adı altında sunduğu kısıtlayıcı, iğdiş edici, bıktırıcı güvenlik duygusunu aşmayı başarmıştı) İtki: insanı kendiliğinden eyleme iten. İtici neden. Güdü (Korkunun verdiği itkiyle yerinden fırlayıverdi) Duçar olmak: Tutulmak, müptela olmak (İnsanın o azaplara duçar olmasına gerek yoktu) Sası sası kokmak: Bozulan bir yiyeceğin bozulmasından dolayı oluşan koku (Koğuşu sası sası kokutuyordu) Vakanüvis: Osmanlı İmparatorluğu döneminde, zamanın olaylarını saptayıp tarihe geçirmekle görevli devlet tarihçisi. (Osmanlı Vakanüvisi Naima) Kanına ekmek doğramak:  Birinin ölümüne yol açarak sevinmek (Medyada ise herkes birbirinin kanına ekmek doğruyordu) İstimna yapmak: Mastürbasyon yapmak. (İstimna yaparsa en büyük günaha gireceğini düşünüyordu) Cezbeye tutulmak: Ruhun Allah'ın huzuruna çekilmesi (Sanki nefes almaktan bile korkarak, bir cezbeye tutulmuş gibi öne arkaya sallanmasını sürdürüyordu) Acuze: Yaşlı, çirkin ve huysuz kadın. (Aslında o sinirli acuzeye yapılması gereken şey) Sepken: Kısa süreli ve az yağan yağmur, kar. (Neden sonra sulu sepkenle eriyen karda çıkan garip sesi ayırt edebildi) İkirciklenmek: İşkillenmek, kuşkulanmak. (Cemal’i tanımakla tanımamak arasında ikirciklendikten sonra) Hamd ü sena:  Cenap-ı Hakk'a hamt ve O'nu isimleriyle methetmek. (Oğlunu kendisine yollayan Allaha Hamd ü senalar ediyordu) Nahif: Cılız, çelimsiz, zayıf. (Öyle solgun, öyle nahif) İfsat etmek: Düzeni bozmak, karışıklık çıkarmak. (Kadın denilen içine şeytan girmiş yaratığın erkeği ifsat ettiği o kadar belliydi ki) Sümme haşa: Katiyen, İmkânsızca. (Sümme haşa sen babamdan Allahtan korkar gibi korkarsın) Mümbit: Verimli (Denizle birleştiği mümbit ve nemli araziye) İntihal: Aşırma, çalma, yağmalama (Dergilerde intihal başlığını taşıyan) Eprimiş: Dağılacak duruma gelmek, yıpranarak aşınmak, erimek, eriyerek incelmek. (İç sıkıntısının kahrını çeken eprimiş elbisesini) Paluze: Nişasta ve şekerle yapılan ve üzerine dövülmüş ceviz serpilerek yenilen pelte. (Gevşek gerdanları paluze gibi titreyen kadınların) Cûş-u hurûş:  Heyecan, coşku (Allah adının yarattığı ruhi cuş u huruş’a bağlardı) Deccal: Dinî inanışlara göre kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacak olan yalancı ve kötü yaradılışlı kimse. (Bu deccallara günlerini göstereceklerdi) Ricat etmek:  Geri dönme, vazgeçme. (Mağrurane ricat ediyorum ve eve dönüyorum)     Deniz GEZGİNCİ denizgezginci@hotmail.com
Bu yazımda “Mutluluk” kitabı ve filminden aldığım notları sizlerle paylaşacağım. Baştan uyarayım yazı biraz uzun olacak. “Başlamak, bitirmenin yarısıdır” diyelim ve yazıya başlayalım. Ben sonuna kadar yazacağım, siz isterseniz sıkıldığınız yerde okumayı bırakırsınız.

- Horozlar neden ötmüyor bibi?
- Horozlar hep öter kimi duyar kimi duymaz kızım.
- Ben artık duymuyorum bibi.
- Sabah olmasını istemiyorsun da ondan yavrum.

 

“Ben sevdim, senin de sevmen dileğiyle” diye not düşmüş kapağına hediye eden arkadaşım. Ama notun altına ismini yazmayı unutmuş ya da bilerek yazmamış. “Tarihe not bırakmak istememiş” demek ki. Hâlbuki ben okuduğum her kitaba kendimle ilgili bir iz bırakırım.  Zülfü Livaneli’nin bir başyapıtı olarak gösterilen “Mutluluk” (Délivrance) kitabını ilk olarak 2007 senesinin Mart ayında Antalya’da okumuşum. Yine o yılların vermiş olduğu acemilik ile üzerine hiçbir not düşmediğim kitabı on üç sene sonra Korona virüsü nedeni ile - karantina günleri altında -  yeniden elime aldığımda bir çırpıda okudum.  Kitabın giriş sayfasına da “İyiyim, neyse ki virüs kardeş ile henüz tanışmadık” notunu da iliştirmeyi unutmadım.

 

Bu yazımda “Mutluluk” kitabı ve filminden aldığım notları sizlerle paylaşacağım. Baştan uyarayım yazı biraz uzun olacak. “Başlamak,  bitirmenin yarısıdır” diyelim ve yazıya başlayalım. Ben sonuna kadar yazacağım, siz isterseniz sıkıldığınız yerde okumayı bırakırsınız.   

 

Zülfü Livaneli’nin 2002 yılında Remzi Kitabevi’nden çıkan kitabı “Mutluluk”,  hem bir dönem romanı; hem kentiyle kasabasıyla, İstanbul’u ve Ege’siyle bugünkü Türkiye’nin tanığı, hem de anlattığı kişilerin psikolojik derinliklerine ulaşan bir başyapıt. Harika kurgusuyla heyecanlı ve sürükleyici bir macera romanı değil yalnızca; gelenek ve modernlik, tarih ve bellek yitimi, din ve laiklik arasında bölünmüş Türk toplumu üzerine son derece güçlü bir analiz.

 

Tecavüze uğradığı için ailesinin gözünden düşen saf genç kız Meryem; askerlik deneyiminden büyük bir psikolojik darbe alarak çıkmış olan ve Meryem'i öldürmekle görevlendirilen kuzeni Cemal ve bu ikilinin ülkeyi kat eden seyahatleri sırasında arkadaş oldukları, materyalist yaşamından bıkarak amaçsızca denize açılmış olan profesör irfan Kurdakul.

 

 

Töre cinayeti, Kürtler, Ermeniler, Alevilerin yaşadığı sorunlar fundamentalist (Köktendincilik), şovenizm, feodalizm, apolitik birey bunalımı, başörtü sorunu, PKK terörü, İslami terör gibi günümüz Türkiye’sinden birçok konuyu gerçekçi karakterlerle ve güzel bir kurguyla birbirine bağlamış Livaneli usta. Felsefi ve siyasi sorgulamalarını çok iyi bir biçimde karakterlerinin psikolojilerine yedirmiş.

 

 

Uzun olacağını belirtmiştim. Buraya kadar okuduklarınız kitabın sadece girizgâhıydı. Bundan sonrasına kitabın kahramanları Meryem, Cemal ve Profesör İrfan Kurdakul’u ayrı ayrı ele alarak devam edeceğim.

 

Meryem… 

 

Kitap Van gölünün kenarında yaşanan bir tecavüz ile başlıyor. Anadolu’da aile içi taciz çok yaygındır; kızlar utanıp sıkıldıkları için bunlardan ancak binde biri mahkemeye intikal eder. Oğlan evlenir, askere gider, kayınpederi gelinin başına çöker. Amcalar, enişteler, dayılar genç kızların ırzına geçer. Fatura da hep genç kızlara ödetilir. Ya intihara zorlanırlar ya da öldürülürler.

 

Zümrüdü Anka kuşunu görüyordu Meryem kapatıldığı izbelikte. Sonra kuşun başı bir insan başı oldu; kara kıllarla kaplı bir insan başı. Meryem kara sakallı amcasını tanıdı. “Kopardığın parçaları bana verir misin amca?” dedi. Başına o iş geldiği ve günah yeri acıdığı günden beri babasını hiç görmemişti. Zaten sesi sedası pek çıkmazdı adamın. Evin içinde amcasının hükmü geçtiği için onun yanında kimse konuşamazdı. Amcasını, sadece o evde, o kasabada değil her yerde sayarlardı. Bu sert, öfkeli ve herkesi korkutan amca onlara Kuranıkerim’den ayetler okur, peygamberin hadislerinden söz edip günlük hayatlarında yol gösterirdi. Her şey evin reisi olan amcasının kararına bağlıydı.

 

Amcası kararını verdi. Meryem’in ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ya intihar edecek ya da İstanbul’a gönderilip öldürülecekti. İntihar ederse kimseyi uğraştırmamış olacaktı. Onun intihar haberini alır almaz herkes yine gündelik işine gücüne dönecekti; çocuklar neşeyle koşturup çember çevirecek, patlak çamur oyunu oynayacak, büyükler alışverişlerine, ibadetlerine, kısacası normal hayatlarına döneceklerdi.

 

Ancak kalın halattan yapılma ilmiği boynuna geçirmek o kadar kolay değildi. Meryem bunu birkaç kere denedi ancak yapamadı. İki seçeneği vardı zavallının. Ya kendisine tecavüzü edenin hacı, hoca geçinen amcası olduğunu söyleyecek –ki muhtemelen bunu söylediğinde de kimse inanmayacaktı- ya da amcaoğlu tarafından İstanbul’a gönderilerek orada öldürülecekti.

 

Dağın ardını İstanbul sanan Meryem canına kıyamayınca,  askerliğini komando olarak yapmış amcaoğlu Cemal tarafından öldürülmesi için yola koyuldular. Ve çocukluklarında sokakta oyunlar oynayan kuzenlerin yolları yıllar sonra bir kez daha kesişmiş oldu. Hem de kuralları çok acımasız olan bir oyun için!

 

Cemal…

 

Askerlik haricinde köyünden dışarı çıkmamış olan Cemal, güçlü fiziği ile askerde komando olarak kendini belki de ilk defa önemli biri gibi hmişti. PKK ile mücadelenin tam ortasında görev yapmış, birçok kez operasyonlara katılmıştı.

 

Ölümlere, ölülere, cesetlere çok alışmıştı. O değil miydi en yakın arkadaşı Abdullah mayına basıp ayağı koptuğunda gelen helikoptere önce arkadaşının bedenini daha sonra da kopuk bacağını fırlatan. Hâlbuki Cemal, o kopuk, kanlı ayağı tutup helikoptere fırlattığının farkında bile değildi. Kendiliğinden yapmıştı bunu. Normal zamanda o ayağa değil dokunmak, bakması bile zordu ama demek ki koşullar insanlara en olmadık şeyleri bile yaptırıyordu. Ama o günden sonra, göğsünde bir naylon torba taşımaya başladı. Bir daha bir arkadaşı mayına basarsa, parçalarını bu torbaya koyacaktı. Herkesin de böyle bir torbası olduğunu biliyordu.

 

Tek isteği biran evvel askerliğini bitirip köyde onu bekleyen Emine’sine kavuşmaktı. Nerden bilebilirdi ki babasının öz kuzenini öldürmesini isteyeceğini. Askerde öldürmeye alışmıştı ama bu öyle bir şey değildi. Bu işten kurtulmasının tek yolu Meryem’in bu işi kimin yaptığını söylemesiydi. Bir umutla “Söyle bu melaneti kim yaptı sana?” diye bağırdı. Bu soru üzerine Meryem sustu, gözleri ve yüzü gölgelendi, bakışlarını yere çevirdi ve hiç konuşmadı. Konuşsaydı da ne olacaktı ki, ne değişecekti?

 

Cemal’in suskunlukları, Meryem’in yedi tepeli şehrin dağın arkasında olmadığı şaşkınlığı ile geçen tren yolculuğunun ardından nihayet İstanbul’a varmışlardı. Kitabın bana göre en hüzünlü sahnelerinden biri Cemal’in Meryem’i uçurumdan atmak üzere olduğu Viyadükte geçen sahneydi.

 

Kelime-i şahadet getir diye bağırdı Cemal! Meryem,  çıkan sesin cesaret yüklü tonuna ve sükûnetine kendisi de şaşırarak; “Cemal abi, eski günlerimizin hatırına senden son bir şey diliyorum. Ne olur gözlerimi bağla. Aşağı uçarken, kayaların bana doğru geldiğini görmeyeyim. Uçurum beni hep çok korkutur, rüyalarıma girer. Bunun için kurban olayım gözlerimi bağla. Kayaları görmeyeyim” dedi

 

Cemal, onu itmek için iyice yaklaşmış durumda Meryem’in ince, narin boynundan aşağı süzülen bir ter damlasını gördü ve “ecel teri” diye düşündü. Berrak, düzgün, bir yağmur damlasına benzeyen saydam ter; narin boyun kavisinden aşağı aktı gitti. Ve yapamadı. Öz kuzenini öldüremedi ve bu yapamamazlıktan sonra Meryem ile Cemal’in yolculuk serüveni engin denizlere yelken açtı.

 

Profesör İrfan Kurdakul…

 

O sıralarda kendine ve herkese yabancılaştığını düşünen ve kendi metonayasını (kendinin ötesine geçmek, kendini aşmak, kendi olmaktan çıkmak) yaratmak isteyen ünlü Profesör İrfan Kurdakul da her şeyi bırakıp engin denizlere yelken açmak istiyordu. “Engin denizlere yelken açmak” profesör için sadece bir deyim değil, en iyi arkadaşı Hidayet’in yaptığı gibi uzun zamandır gerçekleştirmeyi istediği bir hayaldi.

 

Yazar Zülfü Livaneli İrfan Kurdakul karakterinde sanki kendini anlatıyor, sabahları Jean Pierre Rampal’ın müziği ile uyanıyor. Eric Satie’nin Gnosien’ini dinliyor. Kaliteli şaraplar içiyor ve kendi entelektüel kişiliğini ortaya koyuyordu. Dürüst olmak gerekirse romanı okuyan ben de kırklı yaşlarımda en çok profesörün hikâyesinden etkileniyor, zihnimde “ben nasıl kendi metonayamı yaratırım?” diye düşünüyordum.

 

“Nihilist bir dönemden geçiyoruz; sadece ben ve çevrem değil, herkes böyle. Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor; daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil. Tarifi yok; dolayısıyla toplumun mitolojisi ve ideali de yok. Bu yüzden bir nehrin suları bizi önüne katmış götürüyor. İnsanlar akıntıdan kurtulmak için kıyıdan sarkan dallara tutunmaya çalışıyorlar. Kimi din dalına tutunuyor, kimi milliyetçilik, kimi kürtçülük kimi ise nihilizme gömülüyor” diyerek hayatı sorguluyordu profesör.

 

Ve karar vermişti. Eşini, kariyerini, işini, evini… Her şeyini bir kenara bırakıp kendi yolculuğuna çıkacaktı. Ama önce yapması gereken önemli bir şey vardı. Utancından anne ve babasını düğününe çağırmamış, babasının cenazesine bile gitmemişti. Annesinden helallik almak için çıktığı yolda uçak, İzmir Adnan Menderes Havaalanı üzerinde alçalmaya başlayınca, otuz yıl önce çıktığı bu şehrin de kendisi gibi değiştiğini ve belki de yine kendisi gibi çocuksu saflığını yitirdiğini düşündü. İzmir yavaş yavaş bir Ege kenti havasından çıkıyor ve Anadolu’nun çileli tarihinin kemirdiği, yaldızları dökülen eski bir ikona gibi çirkinleşiyordu. Havaalanından bindiği taksi ile annesinin Karşıyaka’daki dar sokakta, oturduğu bakımsız apartmandaki evine gitti. (İtiraf etmeliyim ki kitaptaki bu bölümün altını olay sadece Karşıyaka’da geçiyor diye çizdim, yoksa çok önemli bir ayrıntı değildi)

 

Acaba insan kendisinin hayatını değiştirirken başkalarının hayatını da hükmedebilir miydi? Ya da kendi hayatını, başkalarının hayatını değiştirme yoluyla değiştirebilir miydi? Profesör kendine bu soruları sorarken yolu Meryem ve Cemal ile kesişti ve kendini daha önce kitaplarda okuduğu, haberlerde dinlediği bir töre cinayeti hikâyesinin içerisinde buluverdi.

 

Gelelim filme…

 

Mutluluk, 2007 yılının Mart ayında Abdullah Oğuz’un yönetmenliğinde beyaz perdeye taşındı. Talat Bulut, Özgü Namal ve Murat Han’ın başrollerini paylaştığı filmde ne yazık ki kitapta yer alan siyasi alt metinlere pek girilmemiş. Kitapta Türkiye’nin o günkü şartlarında birçok sorunu ele alınırken filmde sadece “töre cinayeti” ekseninde kalınmış

 

Senarist, kimi önemli sahneleri filme koymayarak kurguyu topallaştırdığı gibi, araya sokuşturulan ve yeterince zaman ayrılamadığı için havada kalmış gibi duran kimi sahnelerle yer yer hikâyeyi güçsüzleştirmiş.

 

Yine de benim gibi Ege’ye ve koylarına âşık bir izleyicisi, fanatik bir Livaneli dinleyicisi için müthiş manzaralar ve kullanılan ezgiler büyüleyiciydi.

 

 

Kitabı okumayanlar ve filmi izlemeyenler için hikâyenin sonunu yazmayacağım ama benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Çünkü kitaptaki son ile filmdeki son çok farklı bitiyor. Bu kadar ödül almış, topluma mal olmuş bir kitabın sonunun beyaz perdeye bu kadar farklı yansıtılması üstat Zülfü Livaneli’nin nasıl içine sindi ya da buna nasıl razı geldi ben anlayamadım doğrusu.

 

Yazının başında sizleri uzun bir yazı olacak diye uyarmıştım. Yazı düşündüğümden “bi tık” daha uzun oldu itiraf etmeliyim. Bu satırlara kadar bana eşlik eden özellikle “sana” teşekkür ederim. Mutluluk kitabını okumadıysanız okumanızı ve ardından izlemediyseniz filmini izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum.

 


Kitapta hoşuma giden ya da daha önce duymadığım kelimeler ve deyimler…

 

Bibi: Hala

İğdiş etmek:  Hayvanların erkekliğini köreltmek, kısırlaştırmak. (Aşina dünyanın kendisine mutluluk adı altında sunduğu kısıtlayıcı, iğdiş edici, bıktırıcı güvenlik duygusunu aşmayı başarmıştı)

İtki: insanı kendiliğinden eyleme iten. İtici neden. Güdü (Korkunun verdiği itkiyle yerinden fırlayıverdi)

Duçar olmak: Tutulmak, müptela olmak (İnsanın o azaplara duçar olmasına gerek yoktu)

Sası sası kokmak: Bozulan bir yiyeceğin bozulmasından dolayı oluşan koku (Koğuşu sası sası kokutuyordu)

Vakanüvis: Osmanlı İmparatorluğu döneminde, zamanın olaylarını saptayıp tarihe geçirmekle görevli devlet tarihçisi. (Osmanlı Vakanüvisi Naima)

Kanına ekmek doğramak:  Birinin ölümüne yol açarak sevinmek (Medyada ise herkes birbirinin kanına ekmek doğruyordu)

İstimna yapmak: Mastürbasyon yapmak. (İstimna yaparsa en büyük günaha gireceğini düşünüyordu)

Cezbeye tutulmak: Ruhun Allah'ın huzuruna çekilmesi (Sanki nefes almaktan bile korkarak, bir cezbeye tutulmuş gibi öne arkaya sallanmasını sürdürüyordu)

Acuze: Yaşlı, çirkin ve huysuz kadın. (Aslında o sinirli acuzeye yapılması gereken şey)

Sepken: Kısa süreli ve az yağan yağmur, kar. (Neden sonra sulu sepkenle eriyen karda çıkan garip sesi ayırt edebildi)

İkirciklenmek: İşkillenmek, kuşkulanmak. (Cemal’i tanımakla tanımamak arasında ikirciklendikten sonra)

Hamd ü sena:  Cenap-ı Hakk'a hamt ve O'nu isimleriyle methetmek. (Oğlunu kendisine yollayan Allaha Hamd ü senalar ediyordu)

Nahif: Cılız, çelimsiz, zayıf. (Öyle solgun, öyle nahif)

İfsat etmek: Düzeni bozmak, karışıklık çıkarmak. (Kadın denilen içine şeytan girmiş yaratığın erkeği ifsat ettiği o kadar belliydi ki)

Sümme haşa: Katiyen, İmkânsızca. (Sümme haşa sen babamdan Allahtan korkar gibi korkarsın)

Mümbit: Verimli (Denizle birleştiği mümbit ve nemli araziye)

İntihal: Aşırma, çalma, yağmalama (Dergilerde intihal başlığını taşıyan)

Eprimiş: Dağılacak duruma gelmek, yıpranarak aşınmak, erimek, eriyerek incelmek. (İç sıkıntısının kahrını çeken eprimiş elbisesini)

Paluze: Nişasta ve şekerle yapılan ve üzerine dövülmüş ceviz serpilerek yenilen pelte. (Gevşek gerdanları paluze gibi titreyen kadınların)

Cûş-u hurûş:  Heyecan, coşku (Allah adının yarattığı ruhi cuş u huruş’a bağlardı)

Deccal: Dinî inanışlara göre kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacak olan yalancı ve kötü yaradılışlı kimse. (Bu deccallara günlerini göstereceklerdi)

Ricat etmek:  Geri dönme, vazgeçme. (Mağrurane ricat ediyorum ve eve dönüyorum)

 

 

Deniz GEZGİNCİ
denizgezginci@hotmail.com

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve munihinsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.