GURBETÇİLERİ ANLAMA KILAVUZU - OKTAN ERDİKMEN

Kitap 08.02.2021 - 18:18, Güncelleme: 01.12.2021 - 20:21 2698+ kez okundu.
 

GURBETÇİLERİ ANLAMA KILAVUZU - OKTAN ERDİKMEN

Münih’e taşınma tarihim 15 Şubat 2015… Yazıyı kaleme aldığım bugünden altı gün sonra tam altı yıl dolmuş olacak ve ben altı yılda en az altmış kere Türkiye’ye geri dönme kararı aldım. Aldığım kararı çeşitli bahanelerin arkasına sığınarak uygulayamadığıma göre ben de onlar gibi “Almancı” ya da “Gurbetçi” mi olmuştum? “Diğer gurbetçiler gibi bir gün ben de çok sevdiğim ülkeme geri dönemeyecek miydim?” Altı yıldır hiç abartısız her sabah - özellikle köpeğimi dolaştırmaya çıktığım uzun yürüyüşlerde - bu sorunun cevabını aradım durdum. Sevgili meslektaşım Gazeteci – Yazar Oktan Erdikmen değer verip “Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” kitabını imzalayıp tarafıma gönderdiğinde anladım ki… Ne anladığımı yazının sonuna saklayalım ve başlayalım kitaptan aldığım notları sizlerle paylaşmaya.
Münih’e taşınma tarihim 15 Şubat 2015… Yazıyı kaleme aldığım bugünden altı gün sonra tam altı yıl dolmuş olacak ve ben altı yılda en az altmış kere Türkiye’ye geri dönme kararı aldım. Aldığım kararı çeşitli bahanelerin arkasına sığınarak uygulayamadığıma göre ben de onlar gibi “Almancı” ya da “Gurbetçi” mi olmuştum? “Diğer gurbetçiler gibi bir gün ben de çok sevdiğim ülkeme geri dönemeyecek miydim?” Altı yıldır hiç abartısız her sabah - özellikle köpeğimi dolaştırmaya çıktığım uzun yürüyüşlerde -  bu sorunun cevabını aradım durdum. Sevgili meslektaşım Gazeteci – Yazar Oktan Erdikmen değer verip “Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” kitabını imzalayıp tarafıma gönderdiğinde anladım ki… Ne anladığımı yazının sonuna saklayalım ve başlayalım kitaptan aldığım notları sizlerle paylaşmaya.   “Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” sade, gündelik hayattan, benim gibi sonradan Almanya’ya gelen herkesin yaşadığı, kendinden birçok şey bulduğu,  doğru tespitlerle dolu muhteşem akıcı bir kitap. Hani “hap gibi kitap” derler ya işte öyle. Bir günde okuyup bitirdim. Kitapta altını çizdiğim, beni etkileyen o kadar çok yer oldu ki hepsini yazsam sayfalar sürer. O nedenle ben sizlere aslına bağlı kalarak özetin özetini çıkarmaya çalışacağım.     Oktan Erdikmen kitabın kapağına; “Bu kitap, Avrupa’da yaşayan insanlarımızı daha yakından tanımamıza yardımcı olmak amacıyla kaleme alındı.  Yaşadıkları ülkelerde ve Türkiye’de neden ayrımcılığa uğruyorlar? Avrupa kültürüne neden uyum sağlayamadılar? Giyim tarzları, dinledikleri müzikler neden farklı? Avrupa’da sol partilere oy verirken, Türkiye seçimlerinde neden büyük ölçüde sağ partileri tercih ediyorlar?” sorularını sormuş ve bu soruların cevaplarını gazeteciliğin de verdiği araştırmacılıkla, kaynaklarını belirterek ortaya koymuş. Yurt dışında yaşayan Türkler, göç, Almanya’ya işçi göçü, gurbetçi modası ve kültürü, gurbetçiler ve siyaset şeklinde kitabını beş ayrı bölüme ayıran yazar, her bölümde çok yerinde tespitlerde bulunmuş.   Oktan Erdikmen Almanya’ya yoğun bir şekilde gelen kesimi belirli olaylara göre tarihlendirmiş.  Buna göre 1961 işçi göçünün başlamasıyla ağırlıklı olarak Orta Anadolu Bölgesi’nden gelen Türk işçiler, 1980 darbesi öncesi ve sonrası yaşanan olaylar nedeniyle iltica eden solcular, 1990 sonrası terör örgütü PKK ile sürdürülen çatışmalar nedeniyle Almanya’ya yerleşenler, bunun dışında 2000 sonrası ağırlıklı olarak bilişim ve finans sektörlerinde çalışmak üzere Almanya’ya göç eden eğitimli bir kesim gibi bir resim çizmiş. Kitap kaleme alındığı sıralarda Almanya’da 3,1 milyon Türk kökenli insan yaşadığı bunların da 600-700 bin civarında Kürt veya Kürt asıllı olduğu tahmin ediliyor.   20. yüzyılın ikinci yarısında işçi göçü hareketleri sonucunda Avrupa’ya gelen insanlar, işçiydiler. Amaçları, Avrupa’nın düşünce akımlarını keşfetmek değil, en kısa sürede mümkün olan en yüksek parayı biriktirip memleketlerine geri dönmekti. Aradan geçen sürede bu işçilerin geri dönmeyeceği anlaşıldı. Onların çocukları Avrupa ülkelerinde büyüdü ve birçoğu meslek sahibi oldu. Aralarında ünlü akademisyenler, gazeteciler, yazarlar ve yönetmenler çıktı. Buna rağmen, Türkiye’de özgür düşünmeyi ilerletebilme misyonuna sahip oldukları kolay kolay söylenemez. Bunun temel sebebi, Avrupa’da büyüyen Türk kökenli çocukların, başarılı olabilmek için, yetiştikleri ülkenin kültürüne tümüyle adapte olmak zorunda kalmalarıydı. Bu noktada, kendi kültürünü yaşatma, ailelerinin geldikleri ülkeyi kalkındırma veya burada demokrasinin gelişmesini sağlama gibi bir amaçları olmadı.   Kitapta ilginç bir araştırmaya yer veriliyor. Almanya’da 2016 yılında IZA adlı enstitü tarafından yapılan araştırmada yabancı bir isme sahip olan ve başörtüsü takan adayların, iş başvurusu sürecinde nasıl değerlendirildiklerine yönelik bir bölüm bulunuyor. Enstitü, bir yıl boyunca iş yerlerinde başörtülü fotoğraflarla Meryem Öztürk, aynı kişinin başörtüsüz fotoğrafıyla Sandra Bauer adına başvurular gönderiyor. Bu hayali adayların diğer tüm nitelikleri aynı olmasına rağmen, Sandra Bauer adına yapılan başvuruların yüzde 18,8’ine; başörtüsüz fotoğraf kullanan Meryem Öztürk adına yapılan başvuruların yüzde 13,5’ine olumlu yanıt veriliyor. Başörtülü fotoğraf gönderen Meryem Öztürk ise başvurularının ancak yüzde 4,2’sinden olumlu yanıt alabiliyor.   Kitapta yer alan bir diğer ilginç değerlendirme ise şöyle; Tiyatro Frankfurt Sanat Yönetmeni Kamil Kellecioğlu Alman yapımcıların kendilerinden sürekli Türk kökenli oyuncu istediklerini ancak bu rollerin hep temizlikçi, dönerci gibi roller için teklif edildiğini söylüyor. Alman televizyonlarında yayımlanan dizilerde de, Türkler ağırlıklı olarak bu tip rollerde yer alıyor.   Alman basınında da Türklere karşı bir ön yargı bulunuyor. Alman basını suç işleyen bir Türk olduğunda “Türk öldürdü”, “Türk yaraladı”, “Türk hırsızlık yaptı” ifadelerini sıkça kullanıyor. Ancak başarılı bir Türk kökenli manşetlere çıktığında, kimse onun Türk olduğunu hatırlamıyor.   Almancada  “türken” fiili, ırkçı bir ifade olarak “hileli, sahte evrak yapmak” anlamında kullanılabiliyor. Örneğin belediye başkanı olmaya çalışan ve diplomasında sahtecilik yaptığı ortaya çıkan bir CDU’lu politikacı, durumu “türken” kelimesiyle açıklıyor: “Ich habe das getürk” (Sahtecilik yaptım). Seyrek şekilde kullanılan “einen Türken bauen (Bir Türk inşa etmek) deyimi de, olmamış bir şeyi olmuş gibi anlatmak, bilinmeyen bir şeyi uydurmak anlamında kullanılıyor. Koyu kırmızı şarap anlamına gelen “Türkenblut – Türk kanı” tehlikeli bekçi köpeklerine verilen “Türk” veya “Sultan” isimleri de Almanca ’da Türklere karşı ayrımcılık içeren diğer ifadeler olarak kitapta yer alıyor.   Bizler her ne kadar bu örneklere sinirlensek, kızsak, kabul etmesek de maalesef bu konuda özensiz davranan vatandaşlarımız da yok değil. Bu konuyla ilgili kitapta yer alan bir örnek; “Beş vakit namaz kılan ancak maaşını düşük gösterip Alman devletini dolandıran bir tanıdığa, bunun İslami açıdan doğru olup olmadığını sormuştum. O da bana, bu konuda hocayla görüştüğünü, hocanın kendisine yurt dışında yani Dar-ül Harp’ta yaşadığını ifade ettiğini, bu çerçevede gayrimüslimleri dolandırmanın dinen bir sakıncası olmadığını düşündüğünü söylemişti. Galiba insan, inanmak istediği şeye inanmanın, bir şekilde yolunu bulabiliyor”   Yazar Oktan Erdikmen kitabın sonunu “Peki bugün, Türkiye’de de hemen hemen her mektup adresine ulaştığına göre, Avrupa’dan öğrenebileceğimiz ne kaldı?” sorusu ile bitiriyor ve bu sorunun cevabını şöyle veriyor.  “Her ülkenin insanları arasında dâhiler çıkar. Ancak Avrupa mucizesinin sırrının, bu dâhileri iş başına getirmek olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de ise maalesef ahbap çavuş ilişkileri, en küçük pozisyondan, en yüksek makamlara kadar etkili oluyor. Bugün, maalesef Türkiye’de rol modeli olarak sunulan kişilerin temel özelliği, sistemdeki boşluklardan yararlanarak zengin olmayı başarmaları. Değer üretenlere değil, parası olanlara saygı gösteren bir anlayış var. Üstelik bu parayı kimin nereden kazandığıyla da kimse ilgilenmiyor. Dolayısıyla, Avrupa’dan öğrenebileceğimiz en temel konuların, saygı ve liyakat olduğunu düşünüyorum”   Gelelim benim cevabını aradığım soruya. Altı sene sonrasında ben “Almancı mı, Gurbetçi mi, Avrupalı mı yoksa Büyük Türk Diasporasına mı ait olmuştum. Sevgili meslektaşım bu sorunun cevabını da kitapta çok güzel vermiş; “İnsanların mutlu olmalarını sağlayamadığınız sürece, onlara “Büyük Türk Diasporası” da deseniz, “Gurbetçi” diye de hitap etseniz, çok fazla bir şeyi değiştiremezsiniz. Siyasetçiler bunu sağlamak istiyorlarsa, Avrupa’da yaşayan insanlarımızı şu veya bu olarak değil de, sadece insan olarak görseler yeter. Zira dünyadaki isimler ve sıfatlar sandığımız kadar önemli değiller”   Anlayacağınız meselenin özü nerede yaşıyor olursak olalım, neci olarak sınıflandırılmaya çalışırsak çalışalım “insan” olabilmekte, insan olarak kalabilmekte. İnsana yakışır bir hayat sürebilmekte.   Sevgili meslektaşım ile önceki gün telefonla konuşurken “WhatsApp numaranın hala Türk numarası olduğunu görünce şaşırdım” dediğinde “Belki bir gün geri dönerim diye henüz Alman numarasına çevirmedim” cevabını vermiştim. O da gülerek “O artık biraz zor be dostum” diyerek kitapta olmayan ancak benim içinden bir kitap dolusu anlam çıkardığım bir cümleyle karşılık vermişti.   Gazeteci – Yazar Oktan Erdikmen’in kaleme aldığı, Halk Kitabevi’nden yayınlanan “Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” kitabını henüz okumadıysanız, okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.   Deniz Gezginci denizgezginci@hotmail.com
Münih’e taşınma tarihim 15 Şubat 2015… Yazıyı kaleme aldığım bugünden altı gün sonra tam altı yıl dolmuş olacak ve ben altı yılda en az altmış kere Türkiye’ye geri dönme kararı aldım. Aldığım kararı çeşitli bahanelerin arkasına sığınarak uygulayamadığıma göre ben de onlar gibi “Almancı” ya da “Gurbetçi” mi olmuştum? “Diğer gurbetçiler gibi bir gün ben de çok sevdiğim ülkeme geri dönemeyecek miydim?” Altı yıldır hiç abartısız her sabah - özellikle köpeğimi dolaştırmaya çıktığım uzun yürüyüşlerde - bu sorunun cevabını aradım durdum. Sevgili meslektaşım Gazeteci – Yazar Oktan Erdikmen değer verip “Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” kitabını imzalayıp tarafıma gönderdiğinde anladım ki… Ne anladığımı yazının sonuna saklayalım ve başlayalım kitaptan aldığım notları sizlerle paylaşmaya.

Münih’e taşınma tarihim 15 Şubat 2015… Yazıyı kaleme aldığım bugünden altı gün sonra tam altı yıl dolmuş olacak ve ben altı yılda en az altmış kere Türkiye’ye geri dönme kararı aldım. Aldığım kararı çeşitli bahanelerin arkasına sığınarak uygulayamadığıma göre ben de onlar gibi “Almancı” ya da “Gurbetçi” mi olmuştum? “Diğer gurbetçiler gibi bir gün ben de çok sevdiğim ülkeme geri dönemeyecek miydim?” Altı yıldır hiç abartısız her sabah - özellikle köpeğimi dolaştırmaya çıktığım uzun yürüyüşlerde -  bu sorunun cevabını aradım durdum. Sevgili meslektaşım Gazeteci – Yazar Oktan Erdikmen değer verip “Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” kitabını imzalayıp tarafıma gönderdiğinde anladım ki… Ne anladığımı yazının sonuna saklayalım ve başlayalım kitaptan aldığım notları sizlerle paylaşmaya.

 

“Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” sade, gündelik hayattan, benim gibi sonradan Almanya’ya gelen herkesin yaşadığı, kendinden birçok şey bulduğu,  doğru tespitlerle dolu muhteşem akıcı bir kitap. Hani “hap gibi kitap” derler ya işte öyle. Bir günde okuyup bitirdim. Kitapta altını çizdiğim, beni etkileyen o kadar çok yer oldu ki hepsini yazsam sayfalar sürer. O nedenle ben sizlere aslına bağlı kalarak özetin özetini çıkarmaya çalışacağım.  

 

Oktan Erdikmen kitabın kapağına; “Bu kitap, Avrupa’da yaşayan insanlarımızı daha yakından tanımamıza yardımcı olmak amacıyla kaleme alındı.  Yaşadıkları ülkelerde ve Türkiye’de neden ayrımcılığa uğruyorlar? Avrupa kültürüne neden uyum sağlayamadılar? Giyim tarzları, dinledikleri müzikler neden farklı? Avrupa’da sol partilere oy verirken, Türkiye seçimlerinde neden büyük ölçüde sağ partileri tercih ediyorlar?” sorularını sormuş ve bu soruların cevaplarını gazeteciliğin de verdiği araştırmacılıkla, kaynaklarını belirterek ortaya koymuş. Yurt dışında yaşayan Türkler, göç, Almanya’ya işçi göçü, gurbetçi modası ve kültürü, gurbetçiler ve siyaset şeklinde kitabını beş ayrı bölüme ayıran yazar, her bölümde çok yerinde tespitlerde bulunmuş.

 

Oktan Erdikmen Almanya’ya yoğun bir şekilde gelen kesimi belirli olaylara göre tarihlendirmiş.  Buna göre 1961 işçi göçünün başlamasıyla ağırlıklı olarak Orta Anadolu Bölgesi’nden gelen Türk işçiler, 1980 darbesi öncesi ve sonrası yaşanan olaylar nedeniyle iltica eden solcular, 1990 sonrası terör örgütü PKK ile sürdürülen çatışmalar nedeniyle Almanya’ya yerleşenler, bunun dışında 2000 sonrası ağırlıklı olarak bilişim ve finans sektörlerinde çalışmak üzere Almanya’ya göç eden eğitimli bir kesim gibi bir resim çizmiş. Kitap kaleme alındığı sıralarda Almanya’da 3,1 milyon Türk kökenli insan yaşadığı bunların da 600-700 bin civarında Kürt veya Kürt asıllı olduğu tahmin ediliyor.

 

20. yüzyılın ikinci yarısında işçi göçü hareketleri sonucunda Avrupa’ya gelen insanlar, işçiydiler. Amaçları, Avrupa’nın düşünce akımlarını keşfetmek değil, en kısa sürede mümkün olan en yüksek parayı biriktirip memleketlerine geri dönmekti. Aradan geçen sürede bu işçilerin geri dönmeyeceği anlaşıldı. Onların çocukları Avrupa ülkelerinde büyüdü ve birçoğu meslek sahibi oldu. Aralarında ünlü akademisyenler, gazeteciler, yazarlar ve yönetmenler çıktı. Buna rağmen, Türkiye’de özgür düşünmeyi ilerletebilme misyonuna sahip oldukları kolay kolay söylenemez. Bunun temel sebebi, Avrupa’da büyüyen Türk kökenli çocukların, başarılı olabilmek için, yetiştikleri ülkenin kültürüne tümüyle adapte olmak zorunda kalmalarıydı. Bu noktada, kendi kültürünü yaşatma, ailelerinin geldikleri ülkeyi kalkındırma veya burada demokrasinin gelişmesini sağlama gibi bir amaçları olmadı.

 

Kitapta ilginç bir araştırmaya yer veriliyor. Almanya’da 2016 yılında IZA adlı enstitü tarafından yapılan araştırmada yabancı bir isme sahip olan ve başörtüsü takan adayların, iş başvurusu sürecinde nasıl değerlendirildiklerine yönelik bir bölüm bulunuyor. Enstitü, bir yıl boyunca iş yerlerinde başörtülü fotoğraflarla Meryem Öztürk, aynı kişinin başörtüsüz fotoğrafıyla Sandra Bauer adına başvurular gönderiyor. Bu hayali adayların diğer tüm nitelikleri aynı olmasına rağmen, Sandra Bauer adına yapılan başvuruların yüzde 18,8’ine; başörtüsüz fotoğraf kullanan Meryem Öztürk adına yapılan başvuruların yüzde 13,5’ine olumlu yanıt veriliyor. Başörtülü fotoğraf gönderen Meryem Öztürk ise başvurularının ancak yüzde 4,2’sinden olumlu yanıt alabiliyor.

 

Kitapta yer alan bir diğer ilginç değerlendirme ise şöyle; Tiyatro Frankfurt Sanat Yönetmeni Kamil Kellecioğlu Alman yapımcıların kendilerinden sürekli Türk kökenli oyuncu istediklerini ancak bu rollerin hep temizlikçi, dönerci gibi roller için teklif edildiğini söylüyor. Alman televizyonlarında yayımlanan dizilerde de, Türkler ağırlıklı olarak bu tip rollerde yer alıyor.

 

Alman basınında da Türklere karşı bir ön yargı bulunuyor. Alman basını suç işleyen bir Türk olduğunda “Türk öldürdü”, “Türk yaraladı”, “Türk hırsızlık yaptı” ifadelerini sıkça kullanıyor. Ancak başarılı bir Türk kökenli manşetlere çıktığında, kimse onun Türk olduğunu hatırlamıyor.

 

Almancada  “türken” fiili, ırkçı bir ifade olarak “hileli, sahte evrak yapmak” anlamında kullanılabiliyor. Örneğin belediye başkanı olmaya çalışan ve diplomasında sahtecilik yaptığı ortaya çıkan bir CDU’lu politikacı, durumu “türken” kelimesiyle açıklıyor: “Ich habe das getürk” (Sahtecilik yaptım). Seyrek şekilde kullanılan “einen Türken bauen (Bir Türk inşa etmek) deyimi de, olmamış bir şeyi olmuş gibi anlatmak, bilinmeyen bir şeyi uydurmak anlamında kullanılıyor. Koyu kırmızı şarap anlamına gelen “Türkenblut – Türk kanı” tehlikeli bekçi köpeklerine verilen “Türk” veya “Sultan” isimleri de Almanca ’da Türklere karşı ayrımcılık içeren diğer ifadeler olarak kitapta yer alıyor.

 

Bizler her ne kadar bu örneklere sinirlensek, kızsak, kabul etmesek de maalesef bu konuda özensiz davranan vatandaşlarımız da yok değil. Bu konuyla ilgili kitapta yer alan bir örnek; “Beş vakit namaz kılan ancak maaşını düşük gösterip Alman devletini dolandıran bir tanıdığa, bunun İslami açıdan doğru olup olmadığını sormuştum. O da bana, bu konuda hocayla görüştüğünü, hocanın kendisine yurt dışında yani Dar-ül Harp’ta yaşadığını ifade ettiğini, bu çerçevede gayrimüslimleri dolandırmanın dinen bir sakıncası olmadığını düşündüğünü söylemişti. Galiba insan, inanmak istediği şeye inanmanın, bir şekilde yolunu bulabiliyor”

 

Yazar Oktan Erdikmen kitabın sonunu “Peki bugün, Türkiye’de de hemen hemen her mektup adresine ulaştığına göre, Avrupa’dan öğrenebileceğimiz ne kaldı?” sorusu ile bitiriyor ve bu sorunun cevabını şöyle veriyor.  “Her ülkenin insanları arasında dâhiler çıkar. Ancak Avrupa mucizesinin sırrının, bu dâhileri iş başına getirmek olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de ise maalesef ahbap çavuş ilişkileri, en küçük pozisyondan, en yüksek makamlara kadar etkili oluyor. Bugün, maalesef Türkiye’de rol modeli olarak sunulan kişilerin temel özelliği, sistemdeki boşluklardan yararlanarak zengin olmayı başarmaları. Değer üretenlere değil, parası olanlara saygı gösteren bir anlayış var. Üstelik bu parayı kimin nereden kazandığıyla da kimse ilgilenmiyor. Dolayısıyla, Avrupa’dan öğrenebileceğimiz en temel konuların, saygı ve liyakat olduğunu düşünüyorum”

 

Gelelim benim cevabını aradığım soruya. Altı sene sonrasında ben “Almancı mı, Gurbetçi mi, Avrupalı mı yoksa Büyük Türk Diasporasına mı ait olmuştum. Sevgili meslektaşım bu sorunun cevabını da kitapta çok güzel vermiş; “İnsanların mutlu olmalarını sağlayamadığınız sürece, onlara “Büyük Türk Diasporası” da deseniz, “Gurbetçi” diye de hitap etseniz, çok fazla bir şeyi değiştiremezsiniz. Siyasetçiler bunu sağlamak istiyorlarsa, Avrupa’da yaşayan insanlarımızı şu veya bu olarak değil de, sadece insan olarak görseler yeter. Zira dünyadaki isimler ve sıfatlar sandığımız kadar önemli değiller”

 

Anlayacağınız meselenin özü nerede yaşıyor olursak olalım, neci olarak sınıflandırılmaya çalışırsak çalışalım “insan” olabilmekte, insan olarak kalabilmekte. İnsana yakışır bir hayat sürebilmekte.

 

Sevgili meslektaşım ile önceki gün telefonla konuşurken “WhatsApp numaranın hala Türk numarası olduğunu görünce şaşırdım” dediğinde “Belki bir gün geri dönerim diye henüz Alman numarasına çevirmedim” cevabını vermiştim. O da gülerek “O artık biraz zor be dostum” diyerek kitapta olmayan ancak benim içinden bir kitap dolusu anlam çıkardığım bir cümleyle karşılık vermişti.

 

Gazeteci – Yazar Oktan Erdikmen’in kaleme aldığı, Halk Kitabevi’nden yayınlanan “Gurbetçileri Anlama Kılavuzu” kitabını henüz okumadıysanız, okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

 

Deniz Gezginci
denizgezginci@hotmail.com

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve munihinsesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.